Son günlerde köpeğim Lukas’ın bile diline pelesenk olan bir şarkı var. Tahmin edebiliyorsunuzdur. Valla ne yalan söyleyeyim etrafımda kimi görsem bu şarkı ile ağızlarında bir şeyler geveleyip duruyorlar.
Sosyal medyada gezinen her yaştan insan bu şarkının nakarat kısmına illa denk gelmiştir. Bende de öyle oldu. Her üç keşiften birinde havlayan insanlara kesin rast geliyorsunuz. Bu çok komik olmasının yanı sıra düşündürücü bir durum. Sizce de öyle değil mi?
İnsan kendine, “Biz ne ara duygu yüklü şarkılardan havlatan şarkılara geçiş yaptık” demeden kendini alamıyor. Ne oldu bizim aşka davet eden şarkılarımıza? Müzikte hangi ara çıtayı bu kadar yükselttik (!) Vallahi ben bilemiyorum. Bir yerlerde bir şeyleri atlamışım ama, acaba ne zaman?
Müzik aşığı bir insanım ben, ama öyle haybeden değil. Gerçekten de içerisinde bizzat yaşayarak öğrendiğim bir aşk bu. Bilmeyenleriz vardır düşüncesiyle (!) yazayım da okuyun bakalım.
Yıl 1990. Yaş 18
O yaşa kadar ilmek ilmek dokuduğum müzik dalında kendime göre zirvedeyim. Neredeyse kemanından uduna, gitarından darbukasına, flütünden mızıkasına kadar dokunmadığım saz aleti kalmadı. Allah vergisi işte! Haliyle doğuştan gelen bu yetenek, zamanla kabiliyete doğru yol aldı. Genleri de hesaba katınca bu alanda kendini zirvede hissetmen kadar doğal bir şey yok sanırım. Canım annem mesela muhteşem bir sese sahip ve müzik kulağı oldukça iyidir.
Konuyu fazla dağıtmadan toparlamam gerekirse;
O yıllarda Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Konservatuarı’na gidiyorum. Sami hocam vardı, Allah rahmet eylesin. Ut virtüözüydü. Bende çok emeği vardır. Her derste mutlaka kulağıma eğilir ve “Senin muhakkak müzik ile uğraşman gerek. Yeteneğini heba etmemelisin. Muhteşemsin” sözlerini mırıldanırdı. Bunu neden söylerdi peki? Her parçayı bana bir kez dinletmesi ve notaları göstermesi yeterliydi. Anında udumun telleri dile gelir, parmaklarım sap üzerinde adeta dans ederdi. Sınıftaki diğer arkadaşlar da ne yapsın! Her biri mızraplarını tırtıklar, kıskançlıktan neredeyse hiçbiri verilen parçayı, bırakın çalmayı denemezlerdi bile. Varın siz düşünün nasıl bir müzik kulağına ve yeteneğe sahip olduğumu.
Lafı dolandırmadan devam edeyim… Baktım ki; bende bu olağanüstü yetenek var. Aldım udumu elime, İstanbul’un yolunu tuttum.
Yıl 1992. Yaş 20
Ola ki; sahne çalışmalarım hemen başlar diye, afiş yaptırmak amacıyla bir de fotoğraf çektirdim. Üzerimde parlak bir takım elbise, ayağımın altında devasa bir kütük, altın bileklik ve bir de zincir kolye. Anladığınız üzere şöhret olmaya hazır bir vaziyetteyim. Hatta çektirdiğim kütüklü fotoğrafımı olası sahne alacağım mekanlara önden posta yoluyla gönderdim. Neme lazım ben işimi sağlama alayım da! Bu şekilde geldim İstanbul denen ikinci memleketime.
Yalova’da, Kartal’da, Pendik’te, Yenikapı’da ve hatta Tarabya’da çeşitli sahne çalışmalarım oldu. Neredeyse her gece alkışlar gırla gidiyor, ama maalesef bir müzik grubum yok. Sadece ut çalıp söylemekle piyasada kalabilme şansınız yok denecek kadar az. Haliyle bende de öyle oldu ve üç yıl kadar sürebilen profesyonel müzik hayatım, bir anda özel şoförlük teklifiyle son buldu.
Bu arada İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Devlet Konservatuarı sınavlarına girdim. Ancak iki aşamalı olan sınavın sadece ilkini kazanabilince “Benden olmazmış arkadaş” diyerek, profesyonel müzik hayatımı noktalamış oldum. “Sınavda kimlere yenildin” diye soracak olursanız, Rahmetli Ferdi Babanın Emmioğlu isimli şarkısını söyleyen Adanalı bir arkadaşa, diyebilirim. Peki “Hangi şarkıda diskalifiye oldun” diyorsanız, yanıtım rahatlıkla Emmioğlu’na karşı Dönülmez Akşamın Ufkundayım şarkısı olur. Maalesef! Acı ama gerçek.
Konumuzun özüne dönecek olursak;
Üşenmedim ve bu kez havlatan şarkının sadece nakaratını değil, tamamını dinledim. Hem de defalarca. İnanın bana kulaklarınız bir bütün olarak dolduğunda; şarkının tınısı, ritmi ve sözlerinin ne kadar birbiriyle örtüştüğünü anlayabiliyorsunuz. Hele bir de bunu hip hop müziğinin alt türü olan drill rap tarzının ülkemizdeki en iyi birkaç temsilcisinden biri yazıp söylüyorsa, şarkı daha bir anlam kazanıyor.
Aslında hep söylediğim şey müzik için de geçerli. Hayatı sadece nakarattan ibaret görürseniz, zamanla tat alma duyunuzu yitiriyor, rutine bağlıyorsunuz. Tıpkı müzikte olduğu gibi; Hayat Bir Bütündür, Nakaratlar ise Kenar Süsü. Dinleyin ve yaşayın gitsin!
Değerli sanatçımız Nazan Öncel’in de şarkısında söylediği gibi;
Aynı nakarat
Hep aynı, aynı
Yarısı bayat
Hep aynı, aynı
Yarısı hayat
Aynı nakarat
Anlat, anlat
Kalın sağlıcakla