Çok zorlu yıllardan geçiyoruz. Her birimizi derinden etkileyen, bitirip tüketen yıllar bunlar. Ama işte yaşamak zorundayız, yaşayıp dibe vurmalıyız ki, yüzeye çıkabilelim. Yazıma fazla dramatik bir giriş yaptığımın farkındayım, ama yanlış mı yazdıklarım? Hepimiz yaşamıyor muyuz bu kötü süreci? Ben dibine kadar içerisindeyim bu hayatın. Neresinden tutsam, elimde kalıyor. Dibin de dibinde çırpınıp duruyorum. Bir ayı kurtarsam, sonraki ayın gelişi önceki ayın zorlu tamamlayıcısı oluyor. İki yakamız bir araya ne zaman gelir inanın ben de bilemiyorum. İki yaka arası o kadar açıldı ki, adeta birbirine yabancı oldular.
“Aman sende, daha iyi yıllarımız da oldu” diyenleri hisseder gibiyim. Haklısınız tabi, ama bu yılar ne kadar geride kaldı. Ona bakmak lazım.
Ben mesela; ilk okul çağımı hayal meyal hatırlarım. Nedense öyle, ama mesela iki kız kardeşimden küçük olanı beden daha iyi ve net anımsıyor o yılları ki; aramızda 4 yaş fark var. Ablam da mesela hatırlama konusunda beni yarı yolda bırakır. Maşallah ikisinin de zihni benden açık. Allah’ım her ikisine de sağlık ve sıhhat versin.
“İlk okul yıllarından aklında ne anı ne kaldı?” derseniz; bunlardan ilki teneffüs arasında yaşanıyor. Haylaz bir çocuğum. Zil çalınca özgürlük başlıyor tabi. 4-5 arkadaşımla trencilik yani çuf çuf oynuyoruz. Birbirimizin önlüğünden vagon yaparak art arda dizilmiş, oradan oraya sürüklüyoruz kendimizi. Koridorlar o kadar köşeli ki; ani dönüşlerde birbirimize ya da herhangi birine çarpmamak neredeyse imkansız. Olan oldu tabi. Tam da köşeyi döneceğim sırada benim kafa sen git hafif çıkıntılı olan duvara tosla. Zaten ne zaman köşeyi dönmeye yeltensem hep bir aksilik çıkıyor! Alnımda kocaman bir şişlik. O yıllarda en büyük madeni para olarak 2.5 lira vardı. Hemen öğretmenler odasına aldılar beni. Şişliğin olduğu kısmı 2.5 lira ile mühürlediler, sıkıca bağlayıp. O gün alnı bağlı şekilde son derse kadar sınıfta oturduğumu hatırlıyorum.
O yıllara dair diğer anılarım karlı havalar oluşurdu. Okulumuzun dönüş yola yokuş aşağıydı ve bende de Allah vergisi bir kayak merakı vardı. Alırdım altıma sandıktan bozma okul çantamı, bırakıverirdim kendimi beyaz rüyanın üzerine. O kadar güzel ve keyifli gelirdi ki. Kayarken de “Kenar Süsü” diye bağırırdım. “Kenara geçin” demenin çocukcasıydı bu cümle bizim için.
Ergenlik yıllarım da yine anılarla doludur benim. Lise döneminde mesela harika sınıf arkadaşlarım vardı. Zamanla her biri hayatıma dokunan güzel insanlara dönüştü. Onlarla vakit geçirmeyi çok severdim. Arkadaşlarımızdan birinin kamyoneti vardı. Her hafta sonu muhakkak Dülükbaba’ya giderdik. Burası Gaziantep’te bir mesire yeridir. Özellikle yaz aylarında, hani şu üzerinde dumanların eksik olmadığı piknik alını. Alırdık kebaplık malzemelerimizi, düşerdik yola. O kadar eğlenirdik ki…
Ergenlik dönemi benim için kendimi keşfetme dönemiydi. Allah ne verdiyse tüm tuşlara basıyordum. Ud Kursu, Yüzme Kursu, Karate Kursu, İngilizce Kursu… “Acaba hangisinde daha başarılı olurum da o yönümü geliştiririm?” diye çırpınıp dururdum. Bilemiyorum ama kendimi geliştirme ile ilgili şeylere hep meraklıydım o yıllarda.
20 yaşında İstanbul’a göç ettim. Liseden sonra aklımda hep konservatuar vardı. Şansımı denedim, ama olmadı. Tam aklımdan okumayı çıkarırken, bu kez bana kucak açan, bendeki değeri ve kıymeti fark eden Prof. Dr. Haydar Kazgan (5-6 yıl önce hayıtını kaybetti) ve Prof. Dr. Gülten Kazgan ile yollarımız kesişti. Beni yeniden hayat kaynağı olan bu güzel aile sayesinde üniversiteyi kazandım ve okudum. Neticeyi biliyorsunuz zaten: 30 yıldır medya sektöründe emek veren bir iletişimciyim.
“Tamam da bunlardan bize ne? diyenleri hissedebiliyorum. Nasıl demeyeyim. O kadar güzel gülerimiz olmuşken, bu güzellikleri unuttururcasına, birkaç yıldır “yılları” özelleştirmeye başladık:
Emekliler Yılı;
Aile Yılı;
Belki seneye Asgari Ücretli Yılı;
Bir ihtimal devamında Hayvanlar Koruma Yılı…
Bu böyle uzayıp gidecekmiş gibi hissediyorum ben, nedense.
Peki bu “Yıl Vaatlerine” acaba kaçınız inandınız ve inanıyorsunuz?
Emekliler Yılı’nın üzerinden bir yıl geçti. Biz emekliler için 2024’ün adeta milat olacak söylenmişti. Ne oldu sonra? Her bir emekli geçinmek için yen yeni icatlar edinmeye başladı. Kısacası devlet kurumlarının tesisleri sonuna kadar açıldı, ama emeklilerin derdi tatil değil ki; geçim. Maalesef bu anlaşılamama durumu hala devam ediyor.
Gıda enflasyonu yüzde 48;
Emekli zammı yüzde 15.75;
Bu tablo karşısında Emekli Yılımızı kutlu olmadı. Arada çürüyüp gitmeye devam ediyoruz.
Şimdi de 2025’i “Aile Yılı” ilan etmişiz. Hayırlı ve uğurlu olsun. Bu yıl gençlere çok iş düşüyor. Çünkü onların evlenmeleri ve en az 3 çocuk şartı yapmaları şartı mevcut. Bunun için teşvik de hazır. 150.000 TL bilmem kaç yıl ödemesiz kredi. Tabi ilk şart; önce yatağını alacaksın ki, yıl olmanın hakkını veresin. Peki ya geri kalanlar. Bu maaşlar ile insanlar evlenecek de çocuk sahibi olacak da bir de 3 çocuk yapacak! Ölme eşeğim ölme!
Allah aşkın artık bize “Şunun Yılı” “Bunun Yılı” demeyin, beynimizde şimşekler çakıyor. Biz geçim derdindeyiz. İğden iliğe her şeye zamlar dolu gibi yağıyor. Biz bu sağanaktan korunmaya çalışırken, sonu belli olan “Onun, Bunun Yılı” gibi sözleri işitmek bile istemiyoruz.
Ne zaman ki “yıl” söylemleri dillenmeye başlıyor, inanın bana birileri bizi de silkelesin de kurtulalım hissi uyanıyor.