Yıldırım TÜRKER / RADİKAL
Hayrünnisa Gül'e mektup var
Azat'ın hapisteki anası Fatma Tokmak, kendinden yola çıkıp bütün mahpus kadınların yaşadıklarını bir mektupta anlattı.
Fatma Tokmak’ı umarım unutmamışsınızdır. Azat’ın anasını. Bugün
yerimi, onun Hayrünnisa Gül’e yazıp yolladığı mektuba
veriyorum:
Merhaba Sayın Hayrünnisa Hanım;
Size bu mektubu Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nden yazıyorum.
Öncelikle kendimi tanıtarak başlayayım. Aslen Şırnaklıyım. Ağır
kalp hastalığım var ve her şeyden önce anneyim. Hükümlüyüm. Belki
de hükümlü olmamın en önemli nedenlerinden biri Kürt olmamdı. Çünkü
tek kelime Türkçe bilmiyor ve konuşamıyordum. İlk içeri
alındığımda, 1996 yılında ağır işkencelere maruz kaldım. Yirmi dört
gün Terörle Mücadele’de oğlumla birlikte çırılçıplak soyulup,
Türkçe konuşturup ifade almak için önce elektrikli işkence, sonra
sigara söndürme, askı, falaka gibi çeşitli işkencelerden
geçirildim. Oğlumu karşımda çırılçıplak soyup vücudunda sigara
söndürdüler. Elektrik verdiler. Oğlum henüz bir buçuk (1,5)
yaşındaydı. Hâlâ vücudunda sigara izleri mevcut. Türkçeyi hiç
bilmiyordum. Onlar bunu örgüt tavrı olarak değerlendirip ağır
işkencelere tabi tuttular. O işkenceleri anlatsam, insan olan
insanlığından utanır. Zaten o dönem neden gözaltına alındığımı ve
neden işkenceye tabi tutulduğumu bilmiyordum. Kürt olmam ve Türkçe
bilmemem yeterliydi.
Yirmi dört gün gözaltı sürecinde, son gün zaman dolunca kendilerine
göre bir ifade hazırlayıp zorla parmağımdan tutarak ifadeye parmak
bastırıldı. Zaten parmak izimin zorla, işkence altında alındığı
bellidir. Zorla parmak bastırdılar ve ben parmağımı kaçırmaya
çalıştım. Ne yazıların ne olduğunu biliyordum ne de ifadenin kime
ait olduğunu. Sadece bir şeylerle suçlanıyordum. Ama neyle
suçlandığımı bilmiyordum.
O işkenceden geçmiş halimle mahkemeye çıkarıldım. Askeri (DGM)
mahkemeydi. Tutuklandım. Oğlumu gözaltı sürecinde benden aldılar. 4
ay oğlumu bana vermediler. Çünkü oğlum o kadar kötü haldeydi ki
sigara vücudunda söndürülmüştü ve o haliyle vermediler. Vücudundaki
sigara yaraları biraz kabuk bağlayınca, dördüncü ayın sonunda bana
getirdiler. Bu süre içinde ben, zaten çırılçıplak soyulmuş,
işkencenin her türlü haline tutulmuş ve psikolojik olarak çok ağır
bir etkilenme sonucunu yaşamış, yaşıyordum. Ama oğlum yoktu ve ben
avukatlarım aracılığı ile oğlumu arıyordum. Oğlumu vermemelerinin
nedeni, sözde PKK sigara izlerini basına verip propaganda yapılır
diyeydi.
On yıl boyunca oğlum cezaevi kapılarında o yaralı haliyle gelip
gitti. O ağır işkenceler, kötü muameleler bende ağır kalp
hastalığını yarattı. Uzun süre, cezaevi koşullarında tedavi
olamadım. Mahkemede dört yıl boyunca savunma hakkım gasp edilerek,
savunmam tercüman getirilmeyerek engellendi. Çünkü Kürtçe tercüman
yasaktı. Avukatım dört yıl sonra, “Bu kadın Türkçe konuşamıyor
çünkü bilmiyor, ifadeyi kim verdi?” diye sorunca komiseri (O dönem
terörle mücadele dairesinde çalışıyordu) çağırdılar ifadeye.
Komiser, “Dosyadaki diğer kişilerin ifadesini aldık, bu kadın
Türkçe bilmiyordu, biz de aynı ifadeyi yazdırıp çoğalttık, onun
ifadesi olarak geçirdik ve parmağını bastık. Kürtçe konuşmasını
örgütsel tavır olarak değerlendirdik” diye itiraf etti. Aynı
ifadeden müebbet ceza aldım. Mahkemem yıllarca sürdü. Askeri
mahkemede onların yüzüne bakarak getirilip götürüldüm.
2006’da ağır kalp hastalığı ve sürekli hastalık nedeniyle ‘yurtdışı
yasağı konularak’ tahliye edildim. Çocuğumla yaşamıma devam ettim.
Mahkemem devam ediyordu. Cezaevinde az da olsa Türkçe öğrenmiştim
bu on yıl içinde. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda işe başladım. Yaşamımı
oğlumla kurdum. Tedavime devam ettim. Ne kaçtım ne de
saklandım.
Geriye baktığımda bir sürü kişinin benimle benzer koşullarda
yaşadığını gördüm. Askeri mahkemelerle gözaltında karşılaşılan
işkenceler sonucu sakatlanan, tecavüze, tacize maruz kalan, ölümle
karşılaşan birçok kişiyi tanıdım. Benim gibiydiler. Bizler bu
yaralarımızla yaşayan 90’lı yılların kuşağıyız. Yirmi yıl oldu. O
yaralarla yaşamayı öğrendik. Her birinde işkence sonucu bende
olduğu gibi bir hastalık oluştu. Birinde kalp, birinde böbrek,
birinde kanser, bir diğerinde psikolojik rahatsızlıklar oluştu.
Benim cezam Yargıtay’da bu koşullarda onaylandıktan sonra tekrar
tutuklandım. Ağır hasta halimle cezaevine getirildim. İki yıldır
hükümlüyüm. Cezaevinde her gün ölümü bekleyen diğer hastalar
gibiyim. Her gün bir hasta arkadaşımızı kaybediyoruz. Hep Adli
Tıp’a yönlendiriliyoruz. Adli Tıp’ta elimizde kelepçe, yüzümüze
bakılmadan saatlerce bekletilip aylarca, yıllarca süründürülerek,
asker olmazsa gardiyan, o olmazsa personelin veya hastane
görevlilerinin hakaretlerine, saldırılarına maruz bırakılarak
işkencenin farklı bir tarzına tabi tutuluyoruz. Hiçbir hasta Adli
Tıp’tan raporunu zamanında alamıyor. Rapor çıkana kadar Mehmet Aras
arkadaşımız gibi ölmüş oluyoruz.
Bizler, doksanlı yıllarda gözaltına alınanlar olarak ağır onur
kırıcı işkence, hakaret, taciz ve tecavüze uğradık. Kadın-erkek
fark etmedi.
Size şu soruyu yöneltmek istiyorum: Öncelikle bir kadınsınız ve
annesiniz. Birçok yeri geziyorsunuz. Acaba hiç düşündünüz mü
ülkemizde kaç kadın cezaevinde çocuklarından ayrı yaşıyor? Kaç
kadının çocuğu işkence görmüş, kaç kadının evladı gözaltında kayıp
edilmiş? Siz evlatlarınızı görmeden ya da seslerini duymadan kaç
gün dayanabilirsiniz?
Bakırköy Cezaevi’nde bini aşkın kadın var. Belki de bu mekânın
önünden çokça geçmişsinizdir. Peki hiç düşündünüz mü, duvarların
ardında, içeride olanları? Burada kimimiz aylarca, kimimiz yıllarca
sevdiklerimize hasret kalıyoruz. Seslerini duyamıyor, gözlerini
göremiyoruz. Aynı masada oturup karşılıklı çay içmeyeli ne kadar
oldu, anımsayamıyoruz bile.
Her ay açık görüşümüz var güya. Keşke bir gün gelip görebilseniz bu
ortamı. Kocaman salonda ziyaretçilerimizi kucaklayamıyor, yan yana
oturamıyoruz. Çünkü aramızda geniş masalar var. Kimse bir diğer
tarafa geçemiyor. Birazcık masaya oturunca çocuklarımız, asker ve
gardiyanlar müdahale ediyorlar. Oğlum her seferinde ağlayarak
gidiyor yanımdan. Ben onu üzmemek için tutuyorum kendimi. İçeri,
koğuşa döndükten sonra ağlıyorum. Artık tutamıyorum kendimi.
Genelgede bir saatlik zaman tanındığı halde idare bunu yarım saate
indirmiş durumda. Görüş bitince, ki asker düdük çalarak bitiriyor,
itiş kakış içinde çıkarılıyoruz görüş yerinden. Hasılı eziyet
veriyor o görüşler.
Suçu ne olursa olsun cezaevinde kalanların sevdikleri de
cezalandırılıyor. Bu eziyet en çok da dışarıdakileri etkiliyor.
Çünkü kapalı görüşler de farklı değil. Camlardan sesimizi
duyuramıyoruz. Telefon sistemiyle konuşuyoruz. Sistemin ne zaman
açılıp kapanacağı idarenin insafına kalmış durumda.
Zaten aldığımız cezaları yatıyoruz. Öyleyse bu ekstra cezalandırma
neden? Kuşkusuz beş yıldızlı otel aramıyoruz. Sadece insan
haklarına daha saygılı, daha itinalı olunmasını istiyoruz. Bu çok
mu büyük bir istek?
Sizi Bakırköy Cezaevi’ne davet ediyorum. Gelir misiniz? Gelip de
bir çayımızı içer misiniz? Annelik-kadınlık çok duygulu olmayı,
vicdanlı ve şefkatli olmayı gerekli kılar. Ben de bu duygularınıza
istinaden yazdım.
Size bir anne olarak, çocuğu işkenceden geçirilen ve yaralarıyla
ayakta kalmaya çalışan biri olarak sesleniyorum. Ve sizden cevap
bekliyorum.
Saygılarımla,
Fatma Tokmak