Basın general emri dinlememeli
Gazeteciliğin özünde bağımsızlık vardır. Bu, askerden, devletten,
iş ve siyaset dünyasından bağımsızlıktır. Bu meslek ancak böyle
ayakta durur. Özeleştiri zamanı geldi geçiyor. Basın titreyip
kendine gelmeli. 'Andıç' olayında, generallerin gazetecilerle
uğraşması utanç vericiydi. Ulus-devletin kuruluş yanlışlıklarını
bugüne taşıdığın zaman, 'Kürdüm' diyeni hapse atıyorsun, dilini
engelliyorsun. Bu da isyanı azdırıyor.
NEŞE DÜZEL
NEDEN? Hasan Cemal
Hasan Cemal, bir süredir yazdığı kitaplarla Türkiye'nin belki de en
büyük sorunlarından birine, 'medya sorunu'na değiniyor. Gerek
'Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım', gerek son 'Kürtler' kitabında,
basının baskı altında kaldığı dönemleri, bu baskı karşısındaki
sessizliğini, çekilen bazı acıları görmezden geldiğini, bazı
meslektaşlarının harcanmasına boyun eğdiğini, Kürt sorununun temel
gerçeğini tam kavramadığını, bu sorunun insani boyutuna bakmadığını
anlatıyor. Bir türlü gerçek bir demokrasiye ulaşamayan Türkiye'de,
bu eksiklikten dolayı birçok kurumu, özellikle de siyasileri
eleştiren basın ise kendi hatalarının, kabahatlerinin dile
getirilmesinden pek hoşlanmıyor. Bunca olaya rağmen hâlâ ciddi bir
özeleştiri yapmaya yanaşmıyor. Türkiye'nin en büyük sorunlarından
birine
ısrarla dikkat çeken ülkemizin en tecrübeli gazetecilerinden Hasan
Cemal'le, basının zaman zaman nasıl sessiz kaldığını, devletle olan
ilişkilerini, demokrasi yolundaki eksikliklerini çarpıcı
örnekleriyle konuştuk. Hasan Cemal 10 yıldan fazla Cumhuriyet'in
genel yayın müdürlüğünü yaptı. Ardından Sabah'ta, beş yıldır da
Milliyet'te köşe yazıyor.
'Kürtler' isimli kitabınızda Kürtlerle, devletle, 28 Şubat' la ve
en önemlisi ülkemizdeki gazetecilikle ilgili çok ilginç bilgiler ve
ipuçları var. Kitabınızı okurken hep aynı duyguya kapıldım. Eğer
biz gazeteciler daha sağlam durmayı başarabilseydik, Türkiye belki
de birçok şanssızlığı yaşamayacaktı. Türkiye'nin yaşadığı pek çok
soruna bizim sessizliğimiz, gerçekleri söylemememiz yol açtı.
Kitabınızı okurken edindiğim bu izlenime siz de katılır
mısınız?
Katılıyorum. Türkiye'de basın, gazeteciler, Kürt ya da Güneydoğu
sorunu konusunda görevini yapmadı. Görevini yapanlar sınırlı sayıda
kaldı. Ben itiraf ettim. Siyasetbilim okumuş biri olarak ben Kürt
sorunu nedir bilmiyordum. 1980'lerin başında PKK'nın sahneye
çıkışıyla bu sorunu öğrenmeye başladım. 'Devrim' dergisinde
çalışırken, Kürt sorununu öğrenmemiz için Doğan Avcıoğlu,
Fransa'dan kitaplar getirtirdi. Çünkü Kürtleri Fransız
akademisyenler, gazeteciler yazıyordu. Bir dönem de Amerikalı
gazetecilerin yazdıklarını okudum ben. Halbuki Kürtler en çok bizim
ülkemizde, bizim coğrafyamızda yaşıyor. Biz ise sorunun ne olduğunu
başkalarından öğreniyoruz.
Üstelik PKK hareketi, tarihteki 29'uncu başkaldırı değil miydi?
Devletin iç odaklarında PKK'dan 29'uncu Kürt isyanı diye söz
edilir.
Ama dışa dönük farklıdır bu söylem. Kürt sorunu PKK'yla ortaya
çıkmadı. PKK, Kürt sorununu Türkiye sahnesine çıkardı. Paradoksal
bir şey yaşadık biz. Hiç kuşkusuz, PKK insanlığa karşı suç işledi,
masum ve sivil insanları öldürdü, ülke bütünlüğüne karşı silahlı
mücadelede bulundu. Devletin PKK'yla mücadelesi haklı ve meşrudur.
Fakat, Kürt sorunu bundan ibaret değil.
Son 15 yıla baktığınızda, 'Eğer basın şöyle davransaydı o dönemeci
Türkiye başka türlü geçerdi' dediğiniz olaylar var mı?
Basın, bazı yanlışların yapıldığını bağımsız bir tavır alarak
ortaya koyabilseydi, insanları uyarabilseydi, durum çok farklı
olabilirdi. Mesela, kitabımın girişinde Felat Cemiloğlu olayı var.
İşkenceleriyle bilinen Diyarbakır Askeri Cezaevi'nin, özellikle
1980'lerin başında PKK'ya bir 'militan üretme fabrikası' gibi
çalıştığı hep söylenirdi. Cemiloğlu da kitapta bu cezaevini
anlatıyor. Eğer biz, Diyarbakır Askeri Cezaevi'ni, insanlığa karşı
işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam
sergileyebilseydik...
Ne olurdu?
Türkiye'de bazı şeyler belki değişirdi. Ama biz orada neler
yaşandığını kıyısından köşesinden anlattık. Bir de şu var. Basın
olarak işkence olayına sahip çıktığımızda, 'Sen devletin terörist
karşısındaki mücadelesini zayıflatıyorsun' diye suçlanıyorduk. Oysa
tam tersi, devletin mücadelesi, işkence görmezden gelindiğinde boşa
gider. 1986'da bir yüzbaşının emrindeki birlikle, Yeşilyurtlu
köylülere dışkı yedirme olayı yaşandı. Celal Başlangıç'la beraber
Cumhuriyet'teki köşemde bu haberi kampanya haline getirdik. Büyük
saldırılara uğradık. 1993'te ise Türkiye, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nde mahkûm oldu. Türk mahkemesi de o yüzbaşıyı dışkı
yedirmekten değil ama kötü muameleden mahkûm etti. Basın, olayların
üzerine işte böyle sistemli gitmedi. Birçok şeyin üstü örtüldü.
Mesleğiniz adına utanç duyduğunuz oldu mu, "Bu ülkedeki bütün
gazeteciler utanmalı" dediğiniz günler oldu mu?
Bazı olaylarda basının kayıtsızlığı beni çok rahatsız etti. Büyük
tepki duyduğum olaylardan biri de 28 Şubat sürecinde yaşanan
'Andıç' olayıdır. Ne yazık ki, ben de tepkimi olayın yaşandığı
tarihte açıkça belirtemedim. Tepkimi ancak altı-yedi aylık
gecikmeyle verdim. Acaba tepkimi anında verseydim o yazım
yayımlanır mıydı, bu bir soru işareti. Oysa yapılanın
dezenformasyon olduğunu biliyorduk. Şemdin Sakık'ın ifadesine
dayanılarak Mehmet Ali Birand ile Cengiz Çandar'ın PKK'dan para
aldıkları ileri sürülmüştü. Ben onların böyle bir suçlamayı hak
etmediğini biliyordum. Zaten Sakık sonradan böyle bir şey
söylemedim dedi. 'Andıç' denilen belgenin varlığı da çok sonra
ortaya çıktı.
27 Nisan 1998 tarihinde zaten şu notu yazmışsınız. 'Düşündüğümü
yazamıyorum' demişsiniz. Bunu bu kadar açıkça ve dürüstçe yazıp
kitabınıza aldığınız için kendi mesleğimiz adına size teşekkür
etmeliyiz. Sizce Türk basını bir özeleştiriden geçmeli mi? Böyle
bir özeleştirinin zamanı geldi mi?
Böyle bir özeleştiri yapmanın zamanı geldi geçiyor. Bizim
mesleğimizin bazı kuralları var ve geçmiş dönemde bu kurallar
görmezden gelindi. Bugün de bu devam ediyor. Oysa, televizyonuyla
ve yazılı basınıyla 'medya', bir sivil toplum kuruluşudur. Bu sivil
toplum kuruluşu görevini tam yapmıyor. Kırık not almaya devam
ediyor. Çünkü medya büyüklerinin iş ve siyaset dünyasıyla bir iç
içeliği var. Hem gazete sahipleri, hem gazete yöneticileri, hem
gazete yazarları açısından böyle bir iç
içelik var. Bu iç içelilikte mesleğin kuralları yer yer kayboluyor.
Bir de PKK'ya karşı verilen haklı ve meşru mücadelede yapılan
yanlışlar görmezden gelindi. Oysa medyanın görevi devletin bu
mücadeledeki yanlışlarını sergilemekti. Basın ancak böyle basın
olabilir. Basın, devlete, hükümete, özel veya kamudaki iktidar
odaklarına karşı mesafesini koyup, onları eleştirebilmelidir. Basın
bunu yeterince yapmadı. Kıbrıs konusunda, Avrupa Birliği konusunda
yapmadı, ekonomi konusunda yapmadı.
Niye yapmadı?
Kendi dar çıkarlarımız için hep geri çekildik. Ben Cumhuriyet ve
Sabah'ta çalıştım. Şimdi Milliyet'teyim. Hep basın meslek
ilkelerini benimsediğimizi
yayınladık. Yayınladığımız bu meslek ilkeleriyle uygulamada
yaşananları yan yana getirdiğimizde, bunların pek uyum
sağlamadığını görüyoruz.
Bizim birçok şeyi açıkça tartışmamız gerekiyor. Basın, baskı
altında olduğu için mi susup gerçekleri söylemiyordu yoksa basın
baskının bir parçası haline geldiği için mi susup gerçekleri
gizliyordu?
Hepsi var. Sen de ben de bugüne kadar çalıştığımız yayın
organlarını düşünelim. Ben Cumhuriyet'ten Sabah'a, Sabah'tan
Milliyet'e geldim. Bütün bu kurumlara baktığında, olay tek boyutlu
değil. Burada yanlış politikaların bilinçli tarafı olmak ve bazı
şeyleri görmezden gelmek de var. Bazı şeyleri baskı altında
kaldığın için yapamamak da var. Mesela Cumhuriyet gazetesini ele
aldığında, Güneydoğu veya Kürt sorununu parmağının ucuyla ittiğini
görürsün. Resmi politikaları benimsemiştir. Buna karşılık Sabah ,
1990'ların başında öyle yayınlar yapmıştı ki, devletin resmi
bakışını sarsmıştı.
Sizin kitabınız bence Türkiye'de geniş kapsamlı bir basın
tartışması yaratmalıydı. Basınla ilgili birçok gerçeği açıkça
yazmışsınız. Niye böyle bir tartışma açılmadı sizce? Kitabınızı mı
okumadılar, yoksa basın kendi hatalarını görmemek konusunda çok mu
dirençli?
Bilemiyorum. Basın, Kürt sorununun insani boyutunu genellikle
görmezden geldi. Mesela Ahmet Kaya olayı. Ahmet Kaya'nın siyasi
görüşü şu ya da bu olabilir. 'Ben Kürtçe kaset doldurdum, bunu
yayımlayacak babayiğit bir televizyon arıyorum' dediği için başına
cehennem yağdırdılar. Daha bu cümleyi söyler söylemez tekme tokat
sahneden kovaladılar. Bu adam sürgünde kalp krizinden öldü. Ben
Ahmet Kaya'yı tanımam. Ama olayın ertesi günü yazımda buna canımın
sıkıldığını anlattım. Basın olarak bizim bu tür olaylara canımızın
sıkılması lazım. Ama o zamanki gazeteleri hatırla, 'PKK bayrağı
salladı, kahrolsun PKK'lı, defol git' diye yazdık. Adam, 'Kürtçe
benim dilim. Kasedim televizyonda yayımlanamıyor' diyor. Çok insani
bir tepki ve istek bu. Biz Ahmet Kaya olayını, bir adamın dilinin,
kültürünün inkâr edilmesi, Kürt kimliğine hoyratça davranılması
olarak anlatabilseydik, düşmanca manşetlerle 'Benim milliyetçiliğim
daha iyidir' söylemini kenara bırakabilseydik, Türkiye'de çok şey
daha değişik olabilirdi.
Kitabınızda yazdığınıza göre, Çevik Bir, Mehmet Ali Birand'ı işten
atması için Erol Aksoy'u aramış. Bir başka general Erol Özkasnak da
Cengiz Çandar'ın atılması için Zafer Mutlu'yu aramış. Neden
generaller böyle isim isim gazetecilerin peşine düşmüştü?
PKK'ya karşı topyekûn mücadele veriliyordu ve bu mücadelede bazı
gazetecilerin de üstüne anlaşılan çarpı işareti konuyordu. Neden
bazılarına bir şey olmadı da bazılarına oldu, bu, soru işareti.
Devlet nasıl bir çizgi çiziyor, bu çizginin ötesine geçen
bazılarını cezalandırıyor, bazılarını niye cezalandırmıyor, bu
ayrım niye oluyor? Konunun üzerinde ileride mutlaka durulacak.
Generallerin gazetecileri işsiz bırakmak için böyle bir çaba
göstermesi askerlik mesleğine yakışıyor mu?
Hiçbir şeye yakışmıyor. Utanç verici bir şey. Türkiye'deki
demokrasinin neden oturamadığını, neden rejimin bazı noktalarda
özellikle demokratikleşemediğini görüyoruz. Mesela AB ile ilgili
pek çok yasa çıkıyor. İş geliyor bazı noktalarda tıkanıyor. Askerin
rolü konusunda hakikaten öyle kısıtlar var ki, bunların aşılması
gerekiyor. MGK Genel Sekreterliği'nin yasası, çalışma tarzı, bu
yapının her alana müdahale edebilir olmaktan çıkarılması
gibi...
Generallerin emirlerini dinlemek gazetecilik mesleğine yakışıyor mu
peki?
Yakışır mı, olur mu öyle şey. Ne generallerin, ne iş ne de politika
dünyasının büyüklerinin lafı dinlenir. Yalnız burada baskı sadece
asker kaynaklı değil. Basında siyaset adamlarının ve bazı büyük
işadamlarının baskılarından dolayı da işini kaybeden çok kişi oldu.
Gazetecilik mesleğinin özünde bağımsızlık vardır. Bu, devletten,
askerden bağımsızlıktır. İş dünyasının bazı şeyleri dikte
etmesinden bağımsızlıktır. Gazetecilik mesleği bağımsızlığı
sayesinde ayakta durur ve fonksiyonunu görür. 'Siyasi çıkarlar, iş
çıkarları, devletin âli menfaatleri' falan deyip basının manevra
alanını daraltmak boğucudur.
Bugün Mehmet Ali Birand da, Cengiz Çandar da mesleklerini
sürdürüyor. Onları işlerinden attıran generaller ise artık general
değiller. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Hancı, yolcu vaziyeti bu. Gazetecilerin bir hancılık konumu hep
var. Bir de tarih denen şey var. Tarih, o baskıları yapanları
hayırla yâd etmeyecektir.
Bugün basın üzerinde bu tür baskılar sürüyor mu?
Şu anda geçmiş dönemdeki gibi büyük bir baskı döneminin yaşandığı
kanısında değilim. Normalleşmenin yaşanmaya başladığı
kanısındayım.
'Devlete karşı bir savaş açılmıştı, buna karşı tarafsız
olamazsınız' diyorsunuz. Bu savaşın nedenlerini, böyle bir savaşı
durdurmanın yollarını tartışamaz mıydık, bunları sorgulayamaz
mıydık? Sorgulamış olsaydık, bunca genç insanın ölümünü ve
Türkiye'nin yüzlerce milyar dolarının savrulmasını bir ölçüde de
olsa önleyemez miydik?
Türkiye'de demokrasinin birçok eksiği, gediği var. Demokrasinin
kör-topal da olsa işlediği bir ülkede eğer sen kalkıp, 'Ben bu
ülkenin toprağının bir parçasını alıyorum, burada başka bir devlet
kuracağım, bunu sağlamak için elimde silahla dağa çıkıyorum, bu
ülkenin öğretmenlerini, askerini öldürüyorum' dediğin anda, buna
karşı verilen mücadele haklı bir mücadeldir. Benim taraf olmak
dediğim de budur. Devlet, bu mücadelenin özünde haklıdır. Ama bunu
söyledikten sonra da Kürt sorunun temelinde ne yatıyor ona bakmak
lazımdır. Çünkü bu sorunun temelinde bir büyük sorun yatıyor.
O büyük sorun nedir?
Geçen yüzyılın başında Türkiye'de bir ulus-devlet kurulurken, onun
yanlışlarını iyi teşhis etmek ve bu yanlışları bugüne taşımamak
gerekir. Çünkü o yanlışları bugüne taşıdığın zaman sen, adamlara
Kürtçe isim koydurmuyorsun, köylerine Kürtçe isim verdirmiyorsun,
Kürdüm dediği için adamı hapse atıyorsun, kendi dilini yazmasını,
kültürünü geliştirmesini engelliyorsun. Bu da büyük bir isyana
temel hazırlıyor, isyanı azdırıyor . Bugün 70'in de olan ve 55
yaşındayken içeri alınan Felat Cemiloğlu bile 'Genç olsaydım dağa
çıkardım' diyor. Oysa Diyarbakırlı Cemiloğlu işadamıydı, devletle
sorunu yoktu, devlette işler almıştı, askerin, komutanların yakın
arkadaşıydı. Hem Demirel'in, hem Özal'ın bir dönem belediye başkan
adayıydı. Cemiloğlu'na bir gün, 'Benim bir tarafım Gürcü, bir
tarafım Makedon, bir tarafım Çerkez. Eşimin de bir tarafı Arnavut'
dedim. Bana ne dedi biliyor musun?
Ne dedi?
'Hasan Cemal, ben hiç hayatımda senin ben Gürcüyüm, Arnavutum
dediğin kadar rahat, ben Kürdüm diyemedim' dedi. Bugün insanlar,
'Bırakın ben Kürdüm, şarkımı söyleyeceğim, haberimi Kürtçe
dinleyeceğim. Buna
izin vereceksin' diyor. Bunu nasıl engelleyebilirsin ki? Kuzey
Irak'ta Duhok, Süleymaniye ve Erbil'de üç üniversite var. Sadece
Süleymaniye'nin öğrenci sayısı 6 bin. Diyarbakır'dan, Güneydoğu'dan
da birçok genç bu üniversitelerde okuyor. Bunlar 12 yıllık Kürtçe
ilk, orta ve lise eğitiminden sonra gelmişler buraya. Kuzey Irak'ta
Kürtlerin televizyonları, radyoları, gazeteleri var. Bizim
sınırımızın öte yanı burası.
4 milyon Kürt böyle yaşıyor.
Konuşmamızı bitirelim. Bugün halkın medyaya çok fazla
güvenmemesinin nedenlerinden biri de bizim baskılara çok çabuk
boyun eğmemiz olabilir mi?
Doğru. Bunun payı var tabii. Çok şey yaşadık. İnandırıcılığımız,
güvenilirliğimiz büyük darbeler yedi. Basının kendi sorunlarını
tartışması, titreyip kendine gelmesi, silkinmesi lazım.
HASAN CEMAL: BASIN GENERAL EMRİ DİNLEMEMELİ
Radikal´den Neşe Düzel çok konuşulacak bir röportaja imza attı. En son "Kürtler" adlı kitabını çırakan gazeteci Hasan Cemal´le konuşan Düzel´in röportajı için tıklayın...
Sıradaki Haber İçin Sürükleyin