HASAN CEMAL: BASIN GENERAL EMRİ DİNLEMEMELİ

Radikal´den Neşe Düzel çok konuşulacak bir röportaja imza attı. En son "Kürtler" adlı kitabını çırakan gazeteci Hasan Cemal´le konuşan Düzel´in röportajı için tıklayın...

Google Haberlere Abone ol
HASAN CEMAL: BASIN GENERAL EMRİ DİNLEMEMELİ

Basın general emri dinlememeli



Gazeteciliğin özünde bağımsızlık vardır. Bu, askerden, devletten, iş ve siyaset dünyasından bağımsızlıktır. Bu meslek ancak böyle ayakta durur. Özeleştiri zamanı geldi geçiyor. Basın titreyip kendine gelmeli. 'Andıç' olayında, generallerin gazetecilerle uğraşması utanç vericiydi. Ulus-devletin kuruluş yanlışlıklarını bugüne taşıdığın zaman, 'Kürdüm' diyeni hapse atıyorsun, dilini engelliyorsun. Bu da isyanı azdırıyor.





NEŞE DÜZEL




NEDEN? Hasan Cemal

Hasan Cemal, bir süredir yazdığı kitaplarla Türkiye'nin belki de en büyük sorunlarından birine, 'medya sorunu'na değiniyor. Gerek 'Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım', gerek son 'Kürtler' kitabında, basının baskı altında kaldığı dönemleri, bu baskı karşısındaki sessizliğini, çekilen bazı acıları görmezden geldiğini, bazı meslektaşlarının harcanmasına boyun eğdiğini, Kürt sorununun temel gerçeğini tam kavramadığını, bu sorunun insani boyutuna bakmadığını anlatıyor. Bir türlü gerçek bir demokrasiye ulaşamayan Türkiye'de, bu eksiklikten dolayı birçok kurumu, özellikle de siyasileri eleştiren basın ise kendi hatalarının, kabahatlerinin dile getirilmesinden pek hoşlanmıyor. Bunca olaya rağmen hâlâ ciddi bir özeleştiri yapmaya yanaşmıyor. Türkiye'nin en büyük sorunlarından birine
ısrarla dikkat çeken ülkemizin en tecrübeli gazetecilerinden Hasan Cemal'le, basının zaman zaman nasıl sessiz kaldığını, devletle olan ilişkilerini, demokrasi yolundaki eksikliklerini çarpıcı örnekleriyle konuştuk. Hasan Cemal 10 yıldan fazla Cumhuriyet'in genel yayın müdürlüğünü yaptı. Ardından Sabah'ta, beş yıldır da Milliyet'te köşe yazıyor.


'Kürtler' isimli kitabınızda Kürtlerle, devletle, 28 Şubat' la ve en önemlisi ülkemizdeki gazetecilikle ilgili çok ilginç bilgiler ve ipuçları var. Kitabınızı okurken hep aynı duyguya kapıldım. Eğer biz gazeteciler daha sağlam durmayı başarabilseydik, Türkiye belki de birçok şanssızlığı yaşamayacaktı. Türkiye'nin yaşadığı pek çok soruna bizim sessizliğimiz, gerçekleri söylemememiz yol açtı. Kitabınızı okurken edindiğim bu izlenime siz de katılır mısınız?

Katılıyorum. Türkiye'de basın, gazeteciler, Kürt ya da Güneydoğu sorunu konusunda görevini yapmadı. Görevini yapanlar sınırlı sayıda kaldı. Ben itiraf ettim. Siyasetbilim okumuş biri olarak ben Kürt sorunu nedir bilmiyordum. 1980'lerin başında PKK'nın sahneye çıkışıyla bu sorunu öğrenmeye başladım. 'Devrim' dergisinde çalışırken, Kürt sorununu öğrenmemiz için Doğan Avcıoğlu, Fransa'dan kitaplar getirtirdi. Çünkü Kürtleri Fransız akademisyenler, gazeteciler yazıyordu. Bir dönem de Amerikalı gazetecilerin yazdıklarını okudum ben. Halbuki Kürtler en çok bizim ülkemizde, bizim coğrafyamızda yaşıyor. Biz ise sorunun ne olduğunu başkalarından öğreniyoruz.

Üstelik PKK hareketi, tarihteki 29'uncu başkaldırı değil miydi?

Devletin iç odaklarında PKK'dan 29'uncu Kürt isyanı diye söz edilir.
Ama dışa dönük farklıdır bu söylem. Kürt sorunu PKK'yla ortaya çıkmadı. PKK, Kürt sorununu Türkiye sahnesine çıkardı. Paradoksal bir şey yaşadık biz. Hiç kuşkusuz, PKK insanlığa karşı suç işledi, masum ve sivil insanları öldürdü, ülke bütünlüğüne karşı silahlı mücadelede bulundu. Devletin PKK'yla mücadelesi haklı ve meşrudur. Fakat, Kürt sorunu bundan ibaret değil.

Son 15 yıla baktığınızda, 'Eğer basın şöyle davransaydı o dönemeci Türkiye başka türlü geçerdi' dediğiniz olaylar var mı?

Basın, bazı yanlışların yapıldığını bağımsız bir tavır alarak ortaya koyabilseydi, insanları uyarabilseydi, durum çok farklı olabilirdi. Mesela, kitabımın girişinde Felat Cemiloğlu olayı var. İşkenceleriyle bilinen Diyarbakır Askeri Cezaevi'nin, özellikle 1980'lerin başında PKK'ya bir 'militan üretme fabrikası' gibi çalıştığı hep söylenirdi. Cemiloğlu da kitapta bu cezaevini anlatıyor. Eğer biz, Diyarbakır Askeri Cezaevi'ni, insanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam sergileyebilseydik...

Ne olurdu?

Türkiye'de bazı şeyler belki değişirdi. Ama biz orada neler yaşandığını kıyısından köşesinden anlattık. Bir de şu var. Basın olarak işkence olayına sahip çıktığımızda, 'Sen devletin terörist karşısındaki mücadelesini zayıflatıyorsun' diye suçlanıyorduk. Oysa tam tersi, devletin mücadelesi, işkence görmezden gelindiğinde boşa gider. 1986'da bir yüzbaşının emrindeki birlikle, Yeşilyurtlu köylülere dışkı yedirme olayı yaşandı. Celal Başlangıç'la beraber Cumhuriyet'teki köşemde bu haberi kampanya haline getirdik. Büyük saldırılara uğradık. 1993'te ise Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde mahkûm oldu. Türk mahkemesi de o yüzbaşıyı dışkı yedirmekten değil ama kötü muameleden mahkûm etti. Basın, olayların üzerine işte böyle sistemli gitmedi. Birçok şeyin üstü örtüldü.

Mesleğiniz adına utanç duyduğunuz oldu mu, "Bu ülkedeki bütün gazeteciler utanmalı" dediğiniz günler oldu mu?

Bazı olaylarda basının kayıtsızlığı beni çok rahatsız etti. Büyük tepki duyduğum olaylardan biri de 28 Şubat sürecinde yaşanan 'Andıç' olayıdır. Ne yazık ki, ben de tepkimi olayın yaşandığı tarihte açıkça belirtemedim. Tepkimi ancak altı-yedi aylık gecikmeyle verdim. Acaba tepkimi anında verseydim o yazım yayımlanır mıydı, bu bir soru işareti. Oysa yapılanın dezenformasyon olduğunu biliyorduk. Şemdin Sakık'ın ifadesine dayanılarak Mehmet Ali Birand ile Cengiz Çandar'ın PKK'dan para aldıkları ileri sürülmüştü. Ben onların böyle bir suçlamayı hak etmediğini biliyordum. Zaten Sakık sonradan böyle bir şey söylemedim dedi. 'Andıç' denilen belgenin varlığı da çok sonra ortaya çıktı.

27 Nisan 1998 tarihinde zaten şu notu yazmışsınız. 'Düşündüğümü yazamıyorum' demişsiniz. Bunu bu kadar açıkça ve dürüstçe yazıp kitabınıza aldığınız için kendi mesleğimiz adına size teşekkür etmeliyiz. Sizce Türk basını bir özeleştiriden geçmeli mi? Böyle bir özeleştirinin zamanı geldi mi?

Böyle bir özeleştiri yapmanın zamanı geldi geçiyor. Bizim mesleğimizin bazı kuralları var ve geçmiş dönemde bu kurallar görmezden gelindi. Bugün de bu devam ediyor. Oysa, televizyonuyla ve yazılı basınıyla 'medya', bir sivil toplum kuruluşudur. Bu sivil toplum kuruluşu görevini tam yapmıyor. Kırık not almaya devam ediyor. Çünkü medya büyüklerinin iş ve siyaset dünyasıyla bir iç içeliği var. Hem gazete sahipleri, hem gazete yöneticileri, hem gazete yazarları açısından böyle bir iç
içelik var. Bu iç içelilikte mesleğin kuralları yer yer kayboluyor. Bir de PKK'ya karşı verilen haklı ve meşru mücadelede yapılan yanlışlar görmezden gelindi. Oysa medyanın görevi devletin bu mücadeledeki yanlışlarını sergilemekti. Basın ancak böyle basın olabilir. Basın, devlete, hükümete, özel veya kamudaki iktidar odaklarına karşı mesafesini koyup, onları eleştirebilmelidir. Basın bunu yeterince yapmadı. Kıbrıs konusunda, Avrupa Birliği konusunda yapmadı, ekonomi konusunda yapmadı.

Niye yapmadı?

Kendi dar çıkarlarımız için hep geri çekildik. Ben Cumhuriyet ve Sabah'ta çalıştım. Şimdi Milliyet'teyim. Hep basın meslek ilkelerini benimsediğimizi
yayınladık. Yayınladığımız bu meslek ilkeleriyle uygulamada yaşananları yan yana getirdiğimizde, bunların pek uyum sağlamadığını görüyoruz.
Bizim birçok şeyi açıkça tartışmamız gerekiyor. Basın, baskı altında olduğu için mi susup gerçekleri söylemiyordu yoksa basın baskının bir parçası haline geldiği için mi susup gerçekleri gizliyordu?
Hepsi var. Sen de ben de bugüne kadar çalıştığımız yayın organlarını düşünelim. Ben Cumhuriyet'ten Sabah'a, Sabah'tan Milliyet'e geldim. Bütün bu kurumlara baktığında, olay tek boyutlu değil. Burada yanlış politikaların bilinçli tarafı olmak ve bazı şeyleri görmezden gelmek de var. Bazı şeyleri baskı altında kaldığın için yapamamak da var. Mesela Cumhuriyet gazetesini ele aldığında, Güneydoğu veya Kürt sorununu parmağının ucuyla ittiğini görürsün. Resmi politikaları benimsemiştir. Buna karşılık Sabah , 1990'ların başında öyle yayınlar yapmıştı ki, devletin resmi bakışını sarsmıştı.

Sizin kitabınız bence Türkiye'de geniş kapsamlı bir basın tartışması yaratmalıydı. Basınla ilgili birçok gerçeği açıkça yazmışsınız. Niye böyle bir tartışma açılmadı sizce? Kitabınızı mı okumadılar, yoksa basın kendi hatalarını görmemek konusunda çok mu dirençli?

Bilemiyorum. Basın, Kürt sorununun insani boyutunu genellikle görmezden geldi. Mesela Ahmet Kaya olayı. Ahmet Kaya'nın siyasi görüşü şu ya da bu olabilir. 'Ben Kürtçe kaset doldurdum, bunu yayımlayacak babayiğit bir televizyon arıyorum' dediği için başına cehennem yağdırdılar. Daha bu cümleyi söyler söylemez tekme tokat sahneden kovaladılar. Bu adam sürgünde kalp krizinden öldü. Ben Ahmet Kaya'yı tanımam. Ama olayın ertesi günü yazımda buna canımın sıkıldığını anlattım. Basın olarak bizim bu tür olaylara canımızın sıkılması lazım. Ama o zamanki gazeteleri hatırla, 'PKK bayrağı salladı, kahrolsun PKK'lı, defol git' diye yazdık. Adam, 'Kürtçe benim dilim. Kasedim televizyonda yayımlanamıyor' diyor. Çok insani bir tepki ve istek bu. Biz Ahmet Kaya olayını, bir adamın dilinin, kültürünün inkâr edilmesi, Kürt kimliğine hoyratça davranılması olarak anlatabilseydik, düşmanca manşetlerle 'Benim milliyetçiliğim daha iyidir' söylemini kenara bırakabilseydik, Türkiye'de çok şey daha değişik olabilirdi.

Kitabınızda yazdığınıza göre, Çevik Bir, Mehmet Ali Birand'ı işten atması için Erol Aksoy'u aramış. Bir başka general Erol Özkasnak da Cengiz Çandar'ın atılması için Zafer Mutlu'yu aramış. Neden generaller böyle isim isim gazetecilerin peşine düşmüştü?

PKK'ya karşı topyekûn mücadele veriliyordu ve bu mücadelede bazı gazetecilerin de üstüne anlaşılan çarpı işareti konuyordu. Neden bazılarına bir şey olmadı da bazılarına oldu, bu, soru işareti. Devlet nasıl bir çizgi çiziyor, bu çizginin ötesine geçen bazılarını cezalandırıyor, bazılarını niye cezalandırmıyor, bu ayrım niye oluyor? Konunun üzerinde ileride mutlaka durulacak.
Generallerin gazetecileri işsiz bırakmak için böyle bir çaba göstermesi askerlik mesleğine yakışıyor mu?
Hiçbir şeye yakışmıyor. Utanç verici bir şey. Türkiye'deki demokrasinin neden oturamadığını, neden rejimin bazı noktalarda özellikle demokratikleşemediğini görüyoruz. Mesela AB ile ilgili pek çok yasa çıkıyor. İş geliyor bazı noktalarda tıkanıyor. Askerin rolü konusunda hakikaten öyle kısıtlar var ki, bunların aşılması gerekiyor. MGK Genel Sekreterliği'nin yasası, çalışma tarzı, bu yapının her alana müdahale edebilir olmaktan çıkarılması gibi...

Generallerin emirlerini dinlemek gazetecilik mesleğine yakışıyor mu peki?

Yakışır mı, olur mu öyle şey. Ne generallerin, ne iş ne de politika dünyasının büyüklerinin lafı dinlenir. Yalnız burada baskı sadece asker kaynaklı değil. Basında siyaset adamlarının ve bazı büyük işadamlarının baskılarından dolayı da işini kaybeden çok kişi oldu. Gazetecilik mesleğinin özünde bağımsızlık vardır. Bu, devletten, askerden bağımsızlıktır. İş dünyasının bazı şeyleri dikte etmesinden bağımsızlıktır. Gazetecilik mesleği bağımsızlığı sayesinde ayakta durur ve fonksiyonunu görür. 'Siyasi çıkarlar, iş çıkarları, devletin âli menfaatleri' falan deyip basının manevra alanını daraltmak boğucudur.

Bugün Mehmet Ali Birand da, Cengiz Çandar da mesleklerini sürdürüyor. Onları işlerinden attıran generaller ise artık general değiller. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Hancı, yolcu vaziyeti bu. Gazetecilerin bir hancılık konumu hep var. Bir de tarih denen şey var. Tarih, o baskıları yapanları hayırla yâd etmeyecektir.

Bugün basın üzerinde bu tür baskılar sürüyor mu?

Şu anda geçmiş dönemdeki gibi büyük bir baskı döneminin yaşandığı kanısında değilim. Normalleşmenin yaşanmaya başladığı kanısındayım.

'Devlete karşı bir savaş açılmıştı, buna karşı tarafsız olamazsınız' diyorsunuz. Bu savaşın nedenlerini, böyle bir savaşı durdurmanın yollarını tartışamaz mıydık, bunları sorgulayamaz mıydık? Sorgulamış olsaydık, bunca genç insanın ölümünü ve Türkiye'nin yüzlerce milyar dolarının savrulmasını bir ölçüde de olsa önleyemez miydik?

Türkiye'de demokrasinin birçok eksiği, gediği var. Demokrasinin kör-topal da olsa işlediği bir ülkede eğer sen kalkıp, 'Ben bu ülkenin toprağının bir parçasını alıyorum, burada başka bir devlet kuracağım, bunu sağlamak için elimde silahla dağa çıkıyorum, bu ülkenin öğretmenlerini, askerini öldürüyorum' dediğin anda, buna karşı verilen mücadele haklı bir mücadeldir. Benim taraf olmak dediğim de budur. Devlet, bu mücadelenin özünde haklıdır. Ama bunu söyledikten sonra da Kürt sorunun temelinde ne yatıyor ona bakmak lazımdır. Çünkü bu sorunun temelinde bir büyük sorun yatıyor.

O büyük sorun nedir?

Geçen yüzyılın başında Türkiye'de bir ulus-devlet kurulurken, onun yanlışlarını iyi teşhis etmek ve bu yanlışları bugüne taşımamak gerekir. Çünkü o yanlışları bugüne taşıdığın zaman sen, adamlara Kürtçe isim koydurmuyorsun, köylerine Kürtçe isim verdirmiyorsun, Kürdüm dediği için adamı hapse atıyorsun, kendi dilini yazmasını, kültürünü geliştirmesini engelliyorsun. Bu da büyük bir isyana temel hazırlıyor, isyanı azdırıyor . Bugün 70'in de olan ve 55 yaşındayken içeri alınan Felat Cemiloğlu bile 'Genç olsaydım dağa çıkardım' diyor. Oysa Diyarbakırlı Cemiloğlu işadamıydı, devletle sorunu yoktu, devlette işler almıştı, askerin, komutanların yakın arkadaşıydı. Hem Demirel'in, hem Özal'ın bir dönem belediye başkan adayıydı. Cemiloğlu'na bir gün, 'Benim bir tarafım Gürcü, bir tarafım Makedon, bir tarafım Çerkez. Eşimin de bir tarafı Arnavut' dedim. Bana ne dedi biliyor musun?

Ne dedi?

'Hasan Cemal, ben hiç hayatımda senin ben Gürcüyüm, Arnavutum dediğin kadar rahat, ben Kürdüm diyemedim' dedi. Bugün insanlar, 'Bırakın ben Kürdüm, şarkımı söyleyeceğim, haberimi Kürtçe dinleyeceğim. Buna
izin vereceksin' diyor. Bunu nasıl engelleyebilirsin ki? Kuzey Irak'ta Duhok, Süleymaniye ve Erbil'de üç üniversite var. Sadece Süleymaniye'nin öğrenci sayısı 6 bin. Diyarbakır'dan, Güneydoğu'dan da birçok genç bu üniversitelerde okuyor. Bunlar 12 yıllık Kürtçe ilk, orta ve lise eğitiminden sonra gelmişler buraya. Kuzey Irak'ta Kürtlerin televizyonları, radyoları, gazeteleri var. Bizim sınırımızın öte yanı burası.
4 milyon Kürt böyle yaşıyor.

Konuşmamızı bitirelim. Bugün halkın medyaya çok fazla güvenmemesinin nedenlerinden biri de bizim baskılara çok çabuk boyun eğmemiz olabilir mi?

Doğru. Bunun payı var tabii. Çok şey yaşadık. İnandırıcılığımız, güvenilirliğimiz büyük darbeler yedi. Basının kendi sorunlarını tartışması, titreyip kendine gelmesi, silkinmesi lazım.

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin