Anlaşıldı ki yazıları kesilmişti ama açıkça bunu söyleyen
olmadığı için Mert de konuşmamayı tercih ediyordu. Milliyet'ten bir
açıklama gelmeyince kendisi yaptı 'zorunlu açıklama'yı...
O açıklamadan öğrendik ki 11 Şubat Cumartesi günü Milliyet
yönetiminden telefonla arayarak 'kendisiyle ilgili sıkıntılı' bir
durum oluştuğunu, 'izne' çıkmasının mümkün olup olmadığını
sormuşlar.
'Böyle başlayan bir sürecin nasıl sonuçlanacağını gayet iyi tahmin ettiğim halde, yönetimi zor durumda bırakmamak, konuyu hafta içinde netleştirmek üzere, daha önce göndermiş olduğum yazımın sonuna 'izne' ilişkin notun konulmasını kabul ettim' diyor. Elbette olaylar, tıpkı tahmin ettiği gibi gelişiyor ve ikinci hafta gazete, suskunluğa bürünüyor... Bu belirsizlik ortaya çıktığında kendisini aradım ve röportaj yapmak istediğimi belirttim...
Açıklamasının ardından 'tepkileri değerlendirmek için' bir hafta daha beklemek istedi. Bu hafta başında buluşmak üzere kendisini tekrar aradığımda, 'söyleşiden vazgeçtiğini' öğrendim. 'Kovuldum diye ahlanıp vahlanacak, feryat edecek değilim' diyordu. 'Neden ben konuşayım ki; ben bu durumu yaşayan ilk kişi değilim. Konuşması gerekenler ülkemizin 'demokrat' yazarları.'
SAKINCALI YAZI NEREDE?
Haklı, bu durumu yaşayan ilk kişi değil Nuray Mert; son kişi de
olmayacak belli ki. Ancak Nuray Mert, akademisyen kimliği ve
'arafta' duran yazılarıyla farklı bir durumu temsil ediyor. Sonuçta
Mert için 'iktidar yandaşıydı' demek ne kadar anlamsızsa 'iktidar
karşıtıydı' demek de o kadar anlamsız. Çünkü önceki gün ikna
odalarında türbanı çıkarılmak istenen kızların yanında durmuş, dün
doğrudan Başbakan'ın 'azarını' işitmiş bugün de yazı alanı elinden
alınmış biri. Nuray Mert, röportaj yapmak istediğim süreçte
konuşmaktan vazgeçti ama bir yandan da bu haberin yeni halini
biçimlendirmiş oldu.
Tabii, bütün bu süreçte Mert'in 'basılmayacak' kadar sakıncalı yazısı herhangi bir mecrada yayımlanmadı. Gazeteci Cüneyt Özdemir, Radikal'deki köşesinde o yazıyı konuşturdu, ironik bir dille... Nuray Mert, sessiz kaldığı sürece en çok Milliyet'ten gelecek sesi bekledi ama o ses çok 'cılız' çıktı. 'Cılız' derken elbette duygusu güçlü ama sesi kısık bir yazı. Üstelik bu kişisel fikrim değil. BirGün yazarı Doğan Tılıç, bu yazıyı şöyle tarif etti: 'Yalnızca altında imzası olan yazar adına değil, memleketin 'önemli gazeteciler'inin tümü adına zavallı bir yazı.'
AKŞAM Gazetesi yazarı Serdar Akinan, Nuray Mert için en sağlam yazılardan birini kaleme aldı:
'Mesleğimden öksüz, ülkemden yetimim.' Medyanın 'belge ile konuşan' ismi Sedat Ergin'den, AB Başmüzakerecisi Devlet Bakanı Egemen Bağış'ın, Mert ve diğer işsiz kalan gazetecilerle ilgili sorular soran Avrupalı muhataplarına 'Ben nereden bileyim? Ya köşesi okunmadığı için ya da patronlarının beğenmediği birtakım fikirleri içindir. Ama bunun bizimle veya hükümetle bir alakası olamaz. Eğer bunu hükümeti eleştirdiğine bağlarsanız, Mert'ten çok daha şiddetli şekilde eleştiren köşe yazarlarının köşelerine devam etmesi bu argümanı çürütmektedir' dediğini öğrendik.
İşte bundan sonrası da bizim durumu sorduğumuz gazetecilerin yanıtları...
Mesleği savunma görevi gazetecilerindir
İsmet Berkan
Birincisi, ilke olarak köşe yazarlarının hayatlarının sonuna kadar
istihdam ve yazdırma garantisine sahip olamayacaklarını
düşünenlerdenim. Bazen, gazete yönetimi, o yazarın gazete açısından
artık miadını doldurduğunu, temsil ediciliğini yitirdiğini veya o
görüşlere artık ihtiyaç olmadığını düşünebilir. Yazarların
yazdırılmaz olması acı bir durumdur, her halükarda can sıkıcıdır
ama sonuçta bu bir editoryal karardır, genel yayın müdürü
tarafından verilir.
Ben de 10 yıllık genel yayın müdürlüğümde kimi yeni yazarların
gazetede yazmasına karar verdiğim gibi kimi yazarların da bundan
sonra yazmamasına dair kararlar da verdim, vermek zorunda kaldım.
Sanırım bir genel yayın müdürünün en zor kararlarının başında bir
yazarın veya bir gazetecinin işine son vermek vardır. Nuray Mert'le
birlikte çalışma onurunu yaşadım. Radikal'de yazarımızdı. Bir genel
yayın müdürü kendi yazarlarını sadece patronuna veya muktedirlere
karşı savunmaz, çoğu zaman okuyucunuza karşı da yazarınızı
savunmalısınız. Ve bunu yaparken de, yazarınıza bu durumu hiç ama
hiç hissettirmemelisiniz.
Nuray'la aşağı yukarı aynı zamanda Hürriyet'e geçtik, sonra da
kendi isteğiyle Hürriyet'ten ayrılıp Milliyet'te yazmaya başladı.
Onu Milliyet'te işe başlatan genel yayın müdürü Tayfun Devecioğlu
idi, bugün de Milliyet'i Tayfun Devecioğlu yönetiyor.
Gazetesinin Nuray'ın yazılarını artık neden yayınlamadığını
bilmiyorum. İtiraf edeyim, öğrenmek de istemedim; ne Tayfun'u ne de
Nuray'ı arayıp ne olduğunu sordum.
EKSİK HİSSEDİYORUM
Dediğim gibi bu can sıkıcı bir durum. Basın üzerinde bir baskı
olduğuna kuşku yok. Bu baskı bu hükümete özgü de değil, hemen hemen
her hükümet döneminde baskılar, baskıcı eğilimler oldu,
hükümetlerin beğenmediği yazarlar oldu, o yazarların artık
yazdırılmamasının istendiği oldu. Bugün de oluyordur. Ancak
baskıların olması, o baskılara boyun eğilmesini gerektirmez. Siz
gazeteciliğinizi düzgün yaptığınız, sadece haberleriniz değil köşe
yazılarınız için de gerçeğe bağlı kalma yükümlülüğünü yerine
getirip kendinizi 'hesap verebilir' bir konumda tuttuğunuz sürece,
hiçbir baskı sonuç alamaz. Ama gerçeklerden ve gazetecilikten
uzaklaştığınız, gazeteciliğinizi başka işlerle karıştırmaya
başladığınız zaman, o baskıların sonuç almasının yolu da
açılır.
Gazetecilik mesleğini savunma görevi gazetecilerindir, patronların
değil. Nuray Mert'in artık yazdırılmamasında gerekçe nedir,
gerçekten bilmiyorum. Dediğim gibi öğrenmek de istemiyorum.
Bildiğim tek bir şey var, Nuray'ın yazılarını, onun bakış açısını
ve onun yazılarında ilettiği bilgileri özlediğim. Kendimi biraz
daha eksik hissediyorum Nuray'ın yokluğunda.
Medyanın genel utancı
'Bazen gitmek zorunda kalırsınız, bazen sizi göndermek zorunda
kalırlar; anlaşamazsınız... Bu müessesseler bize ait yerler değil
ama kelimeler bize ait; kelimeleri utanmayacağınız biçimde dizmekle
ve sonra korumakla mükellefiz. Milliyet'ten kovulmama sebep
olan her şey, o gazetede yazdığım yazılardır; ben onları
kovulduktan sonra yazmadım. Benim bu konularda tek bildiğim,
olayları uzun bir süre içinde hatırlamak lazım. Çünkü derdimiz ders
çıkarmaksa, ders öyle bir tek sayfayla ya da birkaç kişinin başına
gelenle çıkmaz. Ama bugün özel bir durum da var. İşte Nuray Mert'in
yazıları bitti. Başkalarının ki de...
Özellikle belli tür yazar grubunun gitmesi daha kolay hale geldi. Baktığınızda ortak özellikleri hükümetle problemleri olan insanlar; o gazetelerin bu insanları koruyabilmesi lazım. Belli ilkeleri çiğniyor olabilirsiniz ama bunların üstüne hiç konuşulmadan pat diye güle güle dendiğinde problemli bir durum çıkıyor ortaya. Benim başıma gelen de benzer bir şeydi. O güne kadar hiçbir yazım sansür edilmemişti, kovulduğum gün de edilmedi. Dolayısıyla bazen müesseselerin sansür etmeden yazıları koyup bir gün bizlere yol vermesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bence bu genel olarak medyada bir utançtır. İnsanları, baştan zaten bu kimlikleriyle alıyorsunuz. Nuray Mert'in ne yazdığını bilerek alıyorsunuz. Üç gazete içinde dolaştırıp duruyorsunuz. O zaman, baştan almayabilirsiniz de... '
Nuray Mert'i kendi rızamla okumamak istiyorum
Yıldıray Oğur
Köşe yazarları ellerine megafon verilerek bir kürsüye çıkarılmış
insanlara benziyor. Bu anlamda ayrıcalıklılar. Bu ayrıcalığı onlara
veren şey gazete yönetimlerinin editoryal tercihleri. Bu yüzden o
gazete yönetimleri, günün birinde bu ayrıcalığı o köşe yazarının
elinden de alabilir. Ayrıca dünyada sesini duyurmanın, siyaset
yapmanın muhalefetin tek yolu köşe yazarlığı değil. Sesini
duyurmanın, yazı yazmanın tek mecrası da çok paralar veren, çok
satan büyük gazeteler değil. Hele bu çağda. Yani bir insan köşe
yazısı yazmadığı zaman susturulmuş olmuyor. Ayrıca doğrusu kendini
Kürt meselesinde duyarlı, sosyalist olarak tanımlayan insanlar niye
ısrarla büyük sermayenin ya da logosunda 'Türkiye Türklerindir'
yazan gazetelerde yazmak isterler anlayamam doğrusu. Eminim
görüşlerine daha paralel çizgide yayın yapan gazeteler Nuray Mert'e
ya da Ece Temelkuran'a eğer isterlerse seve seve köşelerini
açacaktır.
Burada bizi esas ilgilendirense gazete yönetiminin bu editoryal
tercihini nasıl, hangi şartlarda ve hangi gerekçeyle kullandığıdır.
Eğer Başbakan'ın seçim meydanlarında soyadıyla doğrudan hedef alıp
eleştirmesinden aylar sonra, okunup ve tartışılan bir köşe
yazarınızın yazılarını, hiçbir açıklama yapmadan basmamaya
başlarsanız burada mesele artık bir köşe yazarının susturulması ya
da bir gazetenin editoryal tercihi olmaktan çıkar. Burada artık
hepimizi ilgilendiren bir ifade özgürlüğü, oto-sansür meselesi
vardır.
OKUMUYORUM AMA...
Nuray Mert aslında şanslı bir köşe yazarı. Türk basın tarihinde
aynı anda iki gazetede birden kaç kişi köşe yazmıştır? Daha sonra
Radikal'i bırakıp, Hürriyet'e geçmişti, galiba sonra da sayfasını
beğenmediği için ülkenin en büyük gazetesi Hürriyet'ten ayrılıp,
ertesi hafta Milliyet'te kendisine köşe bulmuştu. Bu da her fani
köşe yazarına nasip olmayacak bir ayrıcalık.
Umarım Nuray Mert, bu birdenbire susturulmaya bakınca, destek
ziyaretleri yaptığı Suriye'deki muhaliflerin niye ayaklandığını
daha iyi anlayabilmiştir. Ben 27 Nisan muhtırasının ardından
köşesinde 'Şimdi Genelkurmay bildirisini öne çıkarıp, bu fetihçi
zihniyetin arkasında durmak istemiyorum' yazdığından beri Nuray
Mert okumuyorum. Ama ben Nuray Mert'i kendi rızamla okumama
özgürlüğümü geri istiyorum.
Faturayı hükümete kesmek 'kolay kahramanlıktır'
Yavuz Baydar
'Medyamızda çok sesliliğin anlamı o seslerden biri daha
eksildikçe daha iyi anlaşılıyor. Ama biz, hoşa gitmese de, aykırı
gelse de, düşünce çeşitliliğinin demokrasimiz için bir zenginlik
olduğunu hala anlamadık. Bir ses, hele böyle hoyratça
susturulduğunda, bizim camia sus pus oluverir.
Bunu, (şimdilerde Ergenekon'da suçlanan) bazı orgenerallerin üstün
marifetiyle 2004'te hazırlanan bir düzmece 'haber'i Milliyet
ombudsmanı olarak ele alıp ifşa ettiğim ve arkasında sonuna kadar
durduğum için Doğan Grubu'nun sahibi tarafından hoyratça kapı önüne
konduğumda gayet iyi anlamıştım. On kadar genç muhabir kardeşimi
saymazsak, sadece dört (4) kıdemli meslektaşım (Taha Akyol, Sami
Kohen, Mehmet Ali Birand ve Hasan Cemal) 'geçmiş olsun'a aramıştı.
'Etik'le iştigal ettiği iddia edilen 'Doğan Yayın Konseyi'nden
kimsenin çıtı çıkmamıştı. Başkalarının da.
PATRON TABUSU VAR
Bu hep böyledir. 'Geçmiş olsun'a bile 'meşrebe' göre başvurulur.
Başa bir şey gelmesin diye, atılan aynı gazeteden ise 'tavana
bakılır'; başka gazetelerden 'meşrebe uygun' biri atılınca da
mangalda kül bırakmamaya gayret edilir.
Daha önemlisi, yalanda ve riyada yaşanıyor olmasıdır. Susturulan
her meslektaş, siyasi kavgaya alet edilir. Bunu, atılanların
kendileri de yaparlar. Ve fatura hep siyasete, hep hükümete
çıkartılır. Böyle kahramanlık da ne kolaydır, ne rahattır!
Sanki hükümetlerin ve bürokrasinin bu ülkede basına tahammülsüzlüğü
yeni keşfedilmiştir; sanki eskiden beri her başbakan, her
genelkurmay davetine koşa koşa gidip hizmet arz edenler, üstelik
bunu yanlarında götürdükleri genel yayın yönetmenlerinin
tanıklığında, onların meslek onuruna hakaret edercesine yapanlar
medyanın sahipleri değildir. İnsanlar da sanki buna inanacak kadar
salaktır!
Ama ne susturulanlar ne de onlara (güya) arka çıkanlar, bu ülkede
işe son verenin, gazeteciye gelince acımasız, iktidarlara karşı
'bükük' medya patronu olduğunun farkında değilmiş gibidir.
Kimsecikler, 'Patronu, bu cesur ve özgür gazeteci-yazarın binde
biri kadar medya ve ifade özgürlüğüne niye sahip çıkmıyor, durumdan
vazife çıkarıp işine şak diye son verebiliyor, gazeteci milletini
iktidarlar karşısında yapayalnız bırakıyor?' diye sormaz.
Çünkü Türkiye'de 'özgürlüğüm gitti gidiyor' diyen 'cesur'(!)
basınımızda kapkalın bir 'patron tabusu' vardır. En büyük tabu bu
olduğu için, ülkedeki otosansür ve 'korku'nun bir numaralı
sebebinin onların olması da normaldir.
Kısacası mesele, medyanın, sahibi ve çalışanıyla, mesleğin onuruna
ve varlığına sahip çıkması meselesidir.
Kimse hiç kendisini kandırmasın, riyakarlara kapılmasın: Medyayı
ancak ve ancak korkusuz ve dürüst (ikisi birlikte) patronlar
özgürleştirebilir veya aynı acı hikayeler bugün orada yarın burada
devam edip duracaktır. Saflığın lüzumu yoktur.
Sayfalar yoksa internet var
Fehmi Koru
Türkiye'de yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm medyayı da etkiliyor;
ne yazık ki, meslektaşlardan cezaevlerine düşenler de sütunlarını
kaybedenler de var. Bugünküne benzer dalgalanmalar yakın geçmişin
başka dönüşüm dönemlerinde de yaşanmıştı. 28 Şubat sürecinin bir
bölümünde Yeni Şafak'ta yazıyordum ve o dönemde kapı önüne konan
nice yazarla sütun arkadaşlığı yaptım.
Görüş sahibi herkesin düşüncelerini onlara değer verenlerle
paylaşabilmesi sadece yazarların değil onları takip eden okurların
da hakkıdır.
Her gazetesiyle ilişkisi kesilen yazar bir boşluk bırakıyor.
Tesellim, bugünün teknolojisinin her türlü fikrin muhataplara
ulaşmasına imkan sağlamasıdır. Gençlerin çoğu gazeteleri bile
internet ortamında okuyor; her görüşe hitap eden ve ilgiyle izlenen
pek çok internet sitesi bulunuyor.
Yazarların sütununu kaybetmesiyle görüşlerinin yaygınlaşmasının
engelleneceğini düşünen varsa, kendi hayal dünyasında yaşıyor
demektir.
AKŞAM
http://www.aksam.com.tr/turk-basininin-nuray-mert-ile-imtihani--102464h.html