Simit var simittttt. Taze taze çıtır çıtır...

Kulaklarınıza su kaçırdım değil mi? Nasıl da canınız çekti? Valla bana sorarsanız, ben yerlerdeyim. Yine nerelere gittim bir bilseniz. 1990’lı yıllar. Simitçilerin başlarında tepsi ile sokak sokak gezdikleri fi tarihi. Simitçinin sesini duymadan simidin kokusunu alırdık. Dükkândaysak direkt kapıya, evdeysek hemen cumbalı balkonumuzdan dışarı sarkar, sesin ve kokunun geldiği yere yönelirdik. O denli etkilerdi bizi. Üzeri yanık susam kaplı, bir ısırıkta ağızda coşku yaratan, zengini daha zengin fakiri ise fakfakir gösteren keyfi muhabbet yiyeceği.

İlk kez İstanbul’da tanıştım ben simitle. 1990’lı yılların başlarıydı. O zaman yeni gelmiştim bu yedi tepeli kentime. Adını ikinci memleket koymuştum; kalbimi ana ocağımda bırakırken. Çok tuhaf gelmişti bana İstanbul’da yaşayanların bu lezzete olan ilgisi. Neden derseniz? Açıklayayım.

Gaziantepliyim ben. 20 yaşıma kadar da has Antepliydim. Memleketimde rafıkların sabah rutinleri bellidir. Ya Metanet Lokantası’nda Beyran yerler ya Zekeriya Usta’da katmer kemirirler ya da gece sabaha henüz kavuşurken Ali Haydar Usta’nın muhteşem ciğer dürümünde hayat bulurlar. Bu gelenek o yıllarda olduğu gibi halen ve bütün bağlılığıyla devam ediyor. Dolayısıyla simidin bu muhteşem üçlemenin arasına girme şansı yok denecek kadar azdır. Ben de 20 yaşıma kadar koyu bir Antep uşağı olduğum için; ‘Simit nedir? Tadı nasıldır?’ sorularını hiç duymadığım gibi yanıtını da bilmezdim. Ta ki ikinci memleketli oluncaya kadar…

O yıllarda Pendik Kaynarca’da ablamın yanında yaşıyor, sabah akşam tren yolculuğu ile İstanbul’un altını üstüne getiriyordum. İş yerim Kadıköy’deydi. Kaynarca tren istasyonunun dibinde eli böğründe, 50’lı yaşlarında bir simitçi abimiz vardı. Birbirimize o kadar aşina olmuştuk ki; beni görür görmez süzmeye başlardı. Ben “simit alabilir miyim” demeden, çıtır lezzeti hazırlamış, poşetin içerisine koymuş bir şekilde uzatırdı. Tabi bir gözü elimdeki parada olacak şekilde. Ve hiçbir zaman poşette durduğu gibi durmazdı mübarek yiyecek. Hemen çıkarır başlardım ucundan kenarından tırtıklamaya. Ne kadar minik koparırsam o kadar geç biterdi. Yolculuk uzun, simidin ömrü ise ancak üçüncü durak kadardı. Kalan bilmem kaç durak yalnızlık senfonisi gibi gelirdi bana.

O yıllarda Kazdan ailesinin (Prof. Dr. Haydar Kazgan, Prof. Dr. Gülten Kazgan) özel şoförlüğünü yapardım. İşime gitmek için Söğütlüçeşme İstasyonu’nda iner mis kokulu (!) Yoğurtçu Parkı’nın kenarından yürüye yürüye Moda’ya ulaşırdım. Malum yol en az 15 dakika sürer ve yalnız da çekilmezdi. Bilin bakalım bana ne eşlik ederdi. Tabi ki; simit… İstasyon çıkışında da simitçiler olurdu. Bir simit daha alır yoluma devam ederdim. Simit öyle pahalı da değildi o yıllarda. 10 kuruş verir, bugünkü gibi ‘yevmiyeyi verdik, akşama kadar nasıl idare edeceğiz’ diye hiç düşünmezdik.

Martılar bile kıskanırdı beni. Arada vapura biner, iki yakayı bir araya getirirdim. Martılar da şahidim olurdu. Aldığım 5 simidin 4’ünü onlarla paylaşır, birlikte Kadıköy’ü Eminönü’ne bağlardık. Yanına bir de ayran aldık mı, aman da aman…

Som zamanlarda 600 yıllık mazisi olan simidimize birilerinin yine göz diktiğine şahit olmak çok üzücü. Geçtiğimiz günlerde simit fiyat tarifelerinde Ticaret Bakanlığı'nın görüşünün alınması zorunlu hale getirildi. Artık ekmek fiyat tarifelerindeki sistemde olduğu gibi simit tarifeleri de bakanlık tarafından belirlenip onaylanacakmış. Korkum o dur ki; yakında halkalı susamın fiyat tarifesi güncellenecek. 10 liradan satın aldığımız güzelim lezzeti 15 liraya almaya başlarsak hiç şaşırmam. 32 yılda 100 kat zam yapılmış bir yiyecekten daha ne istiyorsunuz? Allah aşkına simidimize dokunmayın da milyonların keyfi kaçmasın. Bırakın da bari simidin fiyatı yerinde kalsın.