Senin sorunun ne? Kendine bir sorar mısın?

Son zamanlarda yeni bir alışkanlık edindim. İyi mi ettim bilemiyorum şu an, ama sabahları uyandığında ilk iş kendime hayata dair sorular soruyorum. Bu aslında bir nevi hayatı sorgulamak gibi bir şey benim için. İnsan 50 yaşını tırmanıp 60’a merdiven dayayınca hayatı da sorgular hale geliyor. İşin ilginç yanı soruların sayısı ve niteliği de aynı oranda değişiyor. Şu an bunları yazarken bile parmaklarımın uyuştuğunu hissedebiliyorum.

Çocukken de soru soruyoruz kendimize tabi, ama o soruların aslında bizim için hiçbir anlamı olmuyor. Çünkü ebeveynlerimiz bizim için tüm sorulara yanıt oluyorlar. Ergenlik döneminde ise aklımız bir karış havada zaten. Her soru bize cevapmış gibi geliyor ve bildiğimizi okuyoruz. Orta yaşlara geldiğimizde sorularımız bir anda ciddileşiyor. Kendimize soru sorarken bile korkar hale geliyor, tedirgin oluyoruz. Çünkü o yaşlarda yanıtınızı siz bile bilmiyorsunuz; hayat size bunu kafanıza vura vura, yaşatarak öğretiyor.

Benim gibi yaş almış biriyseniz de sorular sizi adeta ışığa davet niteliği taşıyor. Siz soruyorsunuz, yanıtı bulana kadar bir gün daha yitip gidiyor. Eğer hala hayattaysanız bir sonraki gün yanıtı asla bilinmeyecek başka sorular ardı sıra gelmeye devam ediyor. Bir soruya bakıyorsunuz, bir de yanıt verecek olana, yani kendinize. Hayatı sorgulamaya devam ediyorsunuz.

Aslında insanı geren sorular sadece yaş gruplarına göre hayatı yıpratmıyor. Ben her ne kadar konuyu yaş aralığına sığdırmış olsam da her kesimin kendine sorduğu sorular birbirinden farklı.  Esnaf, emekli, kadın, erkek, patron, memur, kiracı, ev sahibi, iş insanı…

Gelin hep birlikte bu türlü türlü soruların varlığını kabul edip, işin içinden nasıl çıkılabiliriz, ona bakalım!

Esnafın derdi belli. Hayat pahalılığı ile boğuşan halkın en azında bir ferdinden sabah ilk siftahını kazanmak. Gözü kapıda bekler onu, gözleri nemli… Siftah berekettir onun için ve devamı muhakkak gelir. Bu sayede çalışanların maaşını çıkarır, kirasını öder ve giderlerini karşılayabilir. Ancak günümüz esnafı farklı. Haliyle sorusu da artık ayrı bir anlam taşıyor. Buyurun: Allah’ım ne günahım vardı da esnaf oldum? Dükkanı kapatsam da başka bir esnaf arkadaşımın yanında işe mi başlasam? Sorularda yanlışlık varsa esnaf kardeşlerim bana yazabilir. Ben günümüz esnafı olsam kendime bu soruları sorar ve büyük ihtimal ile bu ekonomik şartlarda dükkanımı kapatıp, muhtemelen yakın zamanda benimle aynı kaderi paylaşacak başka bir esnaf arkadaşımın iş yerinde maaşlı çalışmaya başlardım. En azından kronik esnaf dertlerim olmadan gül gibi (!) geçinip giderdim.

Gelelim perişan halde hayatta kalmaya çalışan emeklilerimize. 25 – 30 yıl canından çok sevdiği memleketine hizmet eden, hastalıkta sağlıkta gıkını bile çıkarmadan çalışarak, vergisini ödeyen ve devletin ayakta kalmasına katkı sağlayan insanlar onlar. Valla işiniz (miz) çok zor. En düşük emekli maaşı, takviyelerle birlikte 10.000 TL’yi ancak buluyor. 50 yaşında da ölmüyorsun ki artık. İnsan ömrü maalesef (!) uzadı. 80 yaşına kadar yaşadığını düşünecek olursan, bu mezarına kendi imkanlarınla (bastonunla) gidene kadar çalışmak zorundasın anlamına geliyor. Çünkü maaşın senin için ancak ek gelir niteliği taşıyor. Bu koşullarda 10.000 lira ile kiranı ödemeyi bırak, aileni bile geçindiremezsin. Bizleri yönetenler sanıyor ki; emeklilerin önemli bir kısmı artık ununu elemiş ve eleğini asmış, çocuklarının yanında yaşıyor, torun torba sevgisi ile yanıp tutuşuyorlar. Öyle bir şey yok ki. Günümüz emeklisinin profili çoktan değişti. Torunlar yok, çocuklar genç ve hepsi büyümek, büyütülmek zorunda. Bu zorunluluk altında ezilip duruyor emekli kardeşlerim. Sorumuz hazır zaten: Emekli olmak için ne suç işledim Allah’ım? Çalışmaya devam etmezsem nasıl geçinirim? Urla’da kendime hayat kurabilmem için daha ne kadar emekli halimle çalışmak zorundayım? İşte sorular bunlar. Yalanım varsa buyurun, yazın, değerlendirelim.

Çalışanların da işi çok zor. Hele ki; asgari şartlarda çalışmaya devam ediyorsan. Neti bile ürkütüyor insanı. 17.002 TL. Harca harca bitmez. 2 liran kalır, onu da borsaya yatırırsın, tabi o kadar ucuz hisse bulabilirsen. Rahmetli babam anlatırdı. Onun döneminde memur olmak gibi bir ayrıcalık varmış. Çünkü okuma fırsatı bulan pek insan olmadığı için, ilkokul ve ortaokul mezunuysan devlet seni havada kaparmış. Şimdi üniversite mezunu bile olsan seni kapmak isteyen yok. Kurda kuşa yem olup gidiyorsun. Günümüzde üniversite mezunu olup da hava atanı ben henüz görmedim. Eskiden ilkokul mezunu insanlar yanınızdan geçerken bile ceketinizi iliklermişsiniz. O kadar saygınlığınız varmış toplum karşısında. Aileler ilkokul mezunu erkeklere kız vermek için yarışırlarmış. Bence günümüzde memurluk garanticilikten çıkmış durumda. Çünkü önce o mevkiye ulaşabilmeniz lazım. Artık memur olabilmek bizim limon kuşu (muhabbet kuşum) Everest’e uğurlamaktan çok daha zor. KPSS’de en yüksek puanı bile alsanız birileri sizi görmeden, dinlemeden ya da görüşlerinizi takdir etmeden memur olabilmeniz imkansız halde. Özel sektör daha cazip duruyor gibi, ama orada da hem iş öğretene rastlamanız zor hem de işi öğrenmek isteyene. Herkes bir an önce zirvede olmanın peşinde. Tecrübelerle dolu basamaklar kimsenin umudunda değil. Haliyle sorular da öne göre şekilleniyor: Kendimi iş yerlerinde nasıl kabul ettireceğim? Kimin sırtına basıp, kime yaslanmalıyım? İş yerinde hangi yöneticime yalakalık edersem, kalıcı olabilirim? Allah’ım ben ne zaman hak ettiğim maaşa kavuşabileceğim? Sorular yanlış ise; ben buradayım.

Patron peki. Onların da soruları ve sorunları var. İşini kurmuş, büyütmüş ve bir seviyeye taşımış. Tek istediği bu gemiyi her koşulda denizde yüzer tutmak, her limanda ona yük değil, güç olacak kişileri ekibine dahil etmek. Peki bunu yapabiliyor mu? Bence hayır. Çünkü gönlüne göre eleman bulamıyor da ondan. Belki de aradığı kriterler fazla geliyordur birilerine. Likayat, aidiyet, ahlak, anlayış, sabır, çalışkanlık… 30 yıldır çalışma hayatının göbeğinde olan biri olarak, patronların ne istediğini o kadar iyi biliyor ve anlıyorum ki. Geminize yeni bir tayfa alıyorsunuz. Hem de işi bilmediğini ve kendini geliştirmek istediğini belirten birini. 3 ayı zor ediyor tayfanız. Yapamıyor; işin kendine uygun olmadığını anlıyor, maaşı az geliyor ya da çalışma arkadaşlarından (yöneticilerinden) hoşlanmıyor. Onun bir tecrübesizliğiniz belki de binlerce fırsatı kaçırmasına neden oluyor. Haliyle patron da kendine şu soruları soruyor: Allah’ım ben maaşları bir şekilde hallederim de işletmemi kime emanet edeceğim? Şirketimi yeni nesillere nasıl taşıyacağım? Yeni ekip arkadaşları kazanmak ve onları kalıcı kılmak için daha ne yapabilirim?

Kadınları unutmayalım. Onlar bizim en kıymetlimiz. Ancak onların da soruları ve haliyle sorunları var. Kadın olmak gerçekten de memleketimizde çok zor. Annelikten başlıyor onların hikayesi. Önce doğruyorsun, sonra yetiştiriyorsun ve bu süreç bir ömür sürüyor. Sanmayın ki, çocukları evlendirince annelerimizin tatlı derdi bitiyor. Hayır. Çocuğum acaba evinde mutlu mu? Kocası ya da karısı ile arası iyi mi? Paraları var mı? Açlar mı, açıktalar mı? Borçları var mı? Var ise evde durumlar nasıl? Bu sorularla kendini yer bitirir bir ömür. Kendi annemden biliyorum. Çocuklarının bir kısıntısı var ise günlerce uyumaz. Bazen sıkıntımız olmasa bile o gözler kapanmaz, kendine illa ki; bir sıkıntı yaratır. Neden derseniz; tek başına kadın, evde de yalnız kalınca kendi kendine kurar, bize sormadan hayata geçirir, içinde yaşar ve dışa uykusuzluk vurur. Ardından gelsin kalp çarpıntısı, tansiyon düşüklüğü… Ne yapabiliriz ki; annelerimizin huyu böyle? Kendi çalar kendi oynar, olan ise hayatının kalanına olur. Tek bu değil tabi kadınların soruları ve sorunları? En önemlisi şiddet. Ülkemizde kaç kadın kocasından ya da ailesinden şiddet görüyor? Sayı sayılamayacak kadar fazla. Baka kalıyoruz biz de, elimizden hiçbir şey gelmiyor. Gelse bile getiremiyoruz bir şeyi olması gerektiği yere. Annelerimizin sorularını yazdım. Kadınlarımızın ise en kıymetli sorusu: Bugün kaç erkeğin sözlü ya da fiziki tacizine uğrayacağım? Erkek meslektaşlarım bugün de beni ezmek için acaba ne yapacak? Cam tavanı ne zaman kıracağım ve kariyer yolculuğum beni hangi sığ sulara sürükleyecek?

Erkekler farklı varlıklar. Ben de onlardan biri olduğum için bu çıkarımı rahatlıkla yapabiliyorum. Kadınlara göre daha umursamaz bir tavrımız var. Tek derdimiz ekmek parası. Maaşımızı aldık mı, kiramızı ve faturalarımızı ödedik mi, evin giderlerini karşıladık mı bizden iyisi yok. Hayatımız bu kadar basit aslında. Bizi anlayan, çenesi az, hayır kelimesini hayatından kaldırmış, anlayışlı, alışverişi pek sevmeyen, kocası ne aldıysa ‘teşekkür ederim aşkım’ demesini bilen bir hayat arkadaşı bizim için yeterli.  Gerisi teferruat. Tabi ki; erkekler de soru sorar kendine. Bu kaçınılmaz bir durum: Allah’ım ben bu kadını hak edecek ne yaptım? Yani bu soru da var elbette. Ancak daha gerçekçi olanlar şunlar: Eşimin doğum günü ne zamandı? Ne zaman evlenmiştik biz, tarih neydi ki? Eşimle dışarı çıkmalı mıyım? Alışveriş yapmadan nasıl eve dönebiliriz? Yalanım varsa buyurun…

Bir de kiracılar ve ev sahiplerinin soru ve sorunları var. Bu dertten mustarip olanlardan biri de benim. Ev sahibi haklı. Kendine yıllarca bir birikim yapmış. Eski emeklilerden ise, aldığı tazminat ile ev ya da evler almış. Haliyle yaşlanınca geliri olsun, kimseye muhtaç olmadan son yolculuğuna uğurlanmanın derdinde. Buna sözüm yok. Haklı olduklarını bir kez daha tekrar edelim. Kiracılara baktığımızda ise, onlar da haklı. Bir ay çalışıp, aldığı maaşın neredeyse tamamıyla kirasını ödüyor. Kalan ile de birkaç gün geçinip, doldur boşalt yaptığı kredi kartları ile ayakta kalmaya çalışıyor. Her iki taraf için de sorun büyük, ama çözüm bulunamıyor. Ev sahibi evden çıkarmak istiyor, kiracı evden çıkabilmenin yanından bile geçemiyor. Nereden bakarsan bak kaos. Sorular ve sorunlar birbirini kovalıyor. Ev sahipleri: Çocuğum oturacak dedim, adam hala evi boşaltmıyor? Bu zamanda bu kiraya ev mi kaldı? Kiracılar ise; E-devletten bakayım. Ev sahibi tahliye davası açmış mı? Ev sahibi kirama ne kadar zam isteyecek acaba? diye kara kara düşünüyor.

Esas bomba ise nedir biliyor musunuz? Yukarıda sıralanan tüm kesimlerin soru ve sorunlarının muhatabının bizleri yönetenler olması. Elbette onların da soru sorma hakları var. Ancak burada dikkat edilmesi gereken konu, soruyu soran ile yanıtı verecek olan kesimin aynı olması. Emekli maaşları neden bu kadar düşük? Bilmem, onu bizleri yönetenler olarak siz bileceksiniz, biliyorsunuz da. Asgari ücret ile insanlar nasıl geçinecek? Bunu da ben bilemem. Yine bizleri yönetenlerin yanıtlaması gereken bir soru. Kadına şiddet nasıl önlenecek? Bizi yönetenler bu sorunun da yanıtını biliyor. Ev sahibi kiracı sorunu nasıl giderilecek? Bu da güzel bir soru. Temmuz ayında yüzde 25 kira zam sınırı sona eriyor. Tamam mı, devam mı? Yanıtı bende değil.

Kısacası hangi kesimden olursanız olun, ne zaman ki; soru soranlar ile çözüm üretme yetkisine sahip olanlar çözümsüzlüğü tercih etmeyi bırakırlar, işte o zaman ülke olarak daha yaşanabilir koşullara sahip mutlu ve mesut yarınlara kavuşabiliriz.