Gazete Habertürk'ten Nihal Bengisu Karaca ve Star gazetesinden Hidayet Şefkatli Tuksal, Ali Bulaç'ı şu yazılarıyla eleştirdiler:
Nihal Bengisu Karaca/Habertürk
Ali Bulaç'ın problemi
Referandum türlü nedenlerle insanların kafasını karıştırıyor.
Özgün Duruş adlı gazetede, yeni Anayasa değişikliğiyle getirilmek
istenen kadına pozitif ayrımcılık ilkesinin İslami olup olmadığını
sorgulayan ve "hayır" manasına gelecek bir yazı yazan Ali Bulaç,
aynı yazıdan birkaç gün sonra Zaman Gazetesi'nde bu kez neden
"evet" dememiz gerektiğini anlattı misal. Beni ilgilendiren ise Ali
Bulaç'ın "hayır"dan "evet"e dönüşü değil, "pozitif ayrımcılık"
meselesine yaklaşımındaki negatif tavır.
Ali Bulaç iki ay kadar önce "Kadın İstihdamı" ve "Pozitif
Ayrımcılık" başlıklarını taşıyan iki yazı yazmış; kadınların
çalışmasının erkeklerin işsiz kalmasına yol açtığını; kadının ideal
mekânının ev olduğunu söylemişti. Kadının çalışma hayatına
katılımının genel bir politika olarak benimsenmesi halinde, evin
ihmal edileceğini, ailenin ve giderek toplumun tahrip olacağını,
eşcinselliğin artacağını ifade etmişti. Özetlemek durumunda olduğum
için vulgarize etmiş olabilirim, yazıların orijinali için Zaman
Gazetesi'nin internet sitesine bakılabilir. (28.04.2010-Pozitif
Ayrımcılık/01.05.2010-Kadın İstihdamı)
Bu görüşler sadece Ali Bulaç'ın değil, muhafazakâr kesimdeki pek
çok kimsenin gönlünde yatan aslan bu. Fark şu ki, artık çok az kişi
bu görüşleri bu kadar ısrarlı bir biçimde rasyonalize ediyor; kimse
evle sınırlandırılmış, "sivil ve medeni etkinliklerle" yani
kermeslerle ve ebru kurslarıyla "zenginleştirilmiş" bir hayatın
parlak bir hayat olduğunu düşünmüyor çünkü. Bu hayatı avantajlı
diye sunmanın insanların zekâsına hakaret etmek anlamına geldiğini
biliyorlar en azından.
Zaten Ali Bulaç da bu yazıları demokrat-mütedeyyin erkekleri modern
çekingenliklerinden kurtarıp gönüllerindeki aslana doğru kışkırtmak
için yazıyor. Çok garip. Asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesinin
tartışıldığı, daha fazla demokrasi diye ortalara düştüğümüz bir
vasatta, kadını iktisadi hayatın dışına iten ve aile hayatında
erkeğin tahakkümünü savunan bir "demokrat" hayli düşündürücü bir
tablo oluşturuyor. Eninde sonunda birileri kadınları kamusal
alandan eve doğru kışkışlamak isteyecekse, bu hep olacaksa, ha
laikçi-sivil askeri bürokratlar eliyle yapılmış, ha dindarlar
tarafından, "dindar kadınlar" için fark eder mi, bilemedim. "Kadın
dışarıda çalıştığı zaman eviyle ilgilenemiyor, evi çöp götürüyor,
sonra çok yoruluyor, sonra aile kurumu çöküyor, ailesi çöken toplum
çözülüyor" kurgusu Anadolu'da yaygın ve kabul gören bir anlayış. Bu
acıklı neden-sonuç zincirini, erkeğin payına düşen fedakârlığı
yapması, sözgelimi "ev işlerine katılması" kırabilir öyle değil mi?
Kırıyor da. Problem erkek arıza yaptığı zaman çıkıyor. Ailelerin
çözülmesi, ortak giderlere katılan kadının evin idaresinde söz
sahibi olmasını "sindiremeyen" erkeğin problemidir, kadının değil.
Durum bu iken, yapılması gereken erkeğe aklını başına almasını,
içindeki maçoyu eğitmesini önermek olmalıdır; işsizlik, eşcinsellik
ve toplam kalite gibi meselelerin hepsinden kadını feda ederek
kurtulmak değil.
Geleneksel toplumda evlilik, kadına maddi manevi güvence temin
ederdi, üstelik zaten hayatın merkezi "ev" idi. Dolayısıyla
kadınlar, ev merkezli yaşarken aslında hayatın merkezinde durmuş
oluyorlardı. Oysa artık evlilikler güvence temin etmiyor, ayrıca
ekonomik karşılığı, rayici, piyasası olmayan üretim ve hizmetin
muhafazakârlar tarafından bile(!) değersiz kabul edildiği bir zaman
diliminde yaşıyoruz.
Modern toplumda ev artık hayatın kıyısıdır. Kıyıda yaşamak ise
ancak bir tercih olabilir. Kadın hayatlarının "çalışma hayatından
uzak durmalarını" sağlayacak şekilde örgütlenmesini önermek
basbayağı ayrımcılıktır. Avantajsız pozisyonları estetize etmek ve
hatta mutluluk getirirmiş gibi göstermek ise büyük bir vebal.
Pozitif ayrımcılığın liyakati olmayan kadınların önemli görevlere
getirilmesi sonucunu doğurmaması için verilecek mücadele, kadınları
liyakat sahibi yapma mücadelesi olmalıdır, eve postalama bahanesi
değil.
Hidayet Şefkatli Tuksal
Ali Bulaç'ın yaman çelişkisi!
Bir insan, hem insan hakları savunucusu bir derneğin kurucularından biri ama hem de ülkesinde kadınlara verilen hakları çok fazla ve zararlı bulan biri olabilir mi? Başka ülkeleri bilmem ama bizim ülkemizde olabiliyor ne yazık ki.
İşte bu bağlamda bir çelişkinin temsilcisi olarak Ali Bulaç, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin kurucu üyesidir. Bu derneğin insan hakları ve özgürlükler alanında, bazılarına benim de katıldığım pek çok önemli çalışması vardır. Ayrıca kadınlara yönelik olarak da, ilk defa 1999 yılında yayınladıkları, daha sonra da AB bütünleşme süreci çerçevesinde kadınlarla ilgili değişiklikleri de içerecek şekilde yeniden düzenleyerek ve başka materyallerle destekleyerek bastıkları “Kadın Yurttaşın El Kitabı” adlı bir yayını bulunmaktadır.
Muhtemelen bu kitaptan haberi olmayan Ali Bulaç ise, kadınlar konusundaki parlak (!) aforizmalarını zaman zaman köşelerinde yazar, dindar kadınların bulunduğu toplantılarda da hassaten dile getirir. Kendisiyle bu konudaki ilk karşı karşıya gelişimiz, Marmara İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin düzenlediği bir toplantıda olmuştu. Bizi izlemeye gelen öğrencilerin taze dimağlarına şöyle seslenmişti Ali Bey: Kadınların bu hak hukuk iddialarından Avrupa’da aile kurumu çöktü gitti. Ülkemizde de bu felaket hızla yaklaşıyor. Üstelik bizim dindar camiada bile kadınlar, “tebliğ yapacağım” gibi bahanelerle evlerinde oturmuyorlar. Erkeklerin çoraplarını kim yıkayacak yahu?
O gün Ali Bulaç’ı elleri kızarana kadar alkışlayan öğrencilerden bir kısmı şimdilerde eşlerinin başına “Toplantıya moplantıya gidemezsin, otur evinde çoraplarımı yıka!” diyerek ekşiyorlarsa, bu ailelerin mutluluğuna kendisinin katkısını gözardı etmemek gerekir diye yazıyorum bunları. Zaten her kadın, yani Ali Bey’in iddiasıyla -fıtratı bozulmamış- her kadın, çoraplarını yıkayarak mutlu olacağı bir erkeğin arayışında olmalıdır. Eğer içinizde o mis kokulu çorapları yıkama konusunda bir isteksizlik duyuyorsanız, bilin ki bu yozlaşmış modernite yüzünden fıtratınız bozulmuştur. Sizin eşinize acilen fıtratı düzgün bir “ikinci eş” lazımdır.
Ali Bulaç’la ikinci karşılaşmamız “çoğulculuğun” konu edildiği bir Abant Platformu toplantısında gerçekleşti. Toplantıda çok az sayıda kadın vardı. İki gün boyunca çoğulculuk üzerine pek çok şey konuşuldu ama ülke nüfusunun yarısını teşkil eden kadınların bu çoğulcu anlayışın nimetlerinden nasıl yararlanacağı konusunda tek kelime edilmedi. Kadınlar diye ayrı bir sosyolojik, etnik ya da siyasal kategori yoktu çünkü. Oysa gerçekte kadınlar, bütün bu kategorilerin içinde yeterince temsil edilmeyen hatta bazen hiç temsil edilmeyen- çok kalabalık- birer alt gruptular. Bu gerekçeyle sonuç bildirisinde yer almak üzere kadınlarla ilgili bir madde önerdim ki, öfkesinden nevri dönen Ali Bulaç’ın “İki gündür susan bu kadın, şimdi sırf feministlik olsun diye tutup böyle bir madde öneriyor” itirazıyla karşılaştım. Nazlı Ilıcak, Hayri Kırbaşoğlu ve Cengiz Çandar’ın önerimi desteklemesi üzerine epey hararetli tartışmalar yaşandı. Nihayet bu önerinin sonuç bildirgesine alınması konusunda oylama yapılmasına karar verildi. Oylamada az bir farkla beni destekleyenler kazandı ama önerim -kimin tasarrufuyla bilmiyorum- kuşa çevrilip anlamından boşaltılarak, bildirgeye eklendi. O gün bugündür bir daha Abant Platformu’na davet edilmedim.
Daha sonraları Ali Bey’le başka bazı toplantılarda da karşılaştım. Hakkını yemeyeyim hepsinde kötü anılarım olmadı. Ancak Ali Bulaç’ın bir karar vermesi ve içine düştüğü bu yaman çelişkiden kurtulması gerekiyor. Aksi halde kendisini acilen Helsinki Yurttaşlar Derneği’nden istifaya davet ediyorum.