DOSTOYEVSKİ YAYINEVİ TARAFINDAN NASIL SANSÜRLENDİ?

Aşağıdaki yazıyı —aynen basması şartıyla, ama gerekiyorsa birazcık kısaltmaya alışabileceğimi belirterek— 23 Kasım’da, önce Radikal’e (ve Kitap ekine) önerdim, ama Radikal yazıyı yarı yarıya kısaltmam gerektiğini ve başlık ile spotları da değiştirebileceklerini söyledi. Bu sözler kitabın yazarına ait. İşte Medyatava'da hiç kısaltılmadan yayınlanan yazı.

Google Haberlere Abone ol
DOSTOYEVSKİ YAYINEVİ TARAFINDAN NASIL SANSÜRLENDİ?

Radikal’in bu kararını öğrenmem beş günümü aldı. Peşinden yazıyı, yine aynen koyması şartıyla, Cumhuriyet Kitap’a gönderdim. Birkaç saat sonra Turhan Günay’ı arayarak yazıyı alıp almadığını sordum. Aldığını ama “dergiyi bağlamak” ile çok meşgul olduğu için henüz okuyamadığını, bir veya iki gün sonra okuyabileceğini söyledi. Yani, Dostoyevski ile Tolstoy’un sansürlendiğini duyuran bir yazıyı okumak için 10 dakika bile ayıramamış. Bu tuhaf görünse de, ön yargılı davranmamak lazım belki, ama yazıyı gönderdiğim e-postada, kendisinden aynı gün içinde cevap alamazsam, bunu red cevabı olarak kabul edeceğimi yazmıştım. Dolayısıyla, en azından e-postama yarım dakikasını alacak bir notla cevap verip, aynı gün bakamayacağını, ama yazıyı henüz reddetmediğini belirtebilirdi. Belli ki, o da umursamamış bu yazıyı. Yazıyı son olarak Birgün’ün Kitap ekine gönderdim. Ve oradan da öğrendim ki, Ömer Türkeş yazıyı üçte birine kısaltmam gerektiğini söylemiş. Bu üç gazetenin neyi reddettiğini merak ediyorsanız, reddetme gerekçelerinin haklı olup olmadığını anlamak istiyorsanız ve Tolstoy ile Dostoyevski’nin sansürlenmesini önemsiyorsanız, dahası yazının sonunda sözünü ettiğim bilinç yozlaşmasının —bu üç gazetede sergilendiği üzere— her yere sirayet ettiğini anlamak, yani Türkçeye neden güvenilmemesi gerektiğini anlamak istiyorsanız, aşağıdaki yazıyı okuyun. “Bunları halk da okusa hiç fena olmaz” diyen biri çıkarsa, buyursun gazetesinde, dergisinde yayınlasın, ama aynen yayınlasın. Hatta, bu üst-notla birlikte yayınlasın, çünkü halkın, aşağıdaki yazıyı o üç gazetenin reddettiğini bilmesi de “hiç fena olmaz”. Bu gazetelerin aşağıdaki yazıyı reddetmeleri kendi başına haberdir ve yazının konusuyla da doğrudan ilişkilidir.


 


TÜRKÇE GÜVENİLMEMESİ GEREKEN BİR DİLDİR


 


Bir dilde Tolstoy veya Dostoyevski sansürlenip tahrif ediliyorsa ve okunamıyorsa, o dilin itibarı ciddi şekilde zedelenir


 


Başlıktaki yargı, Türkçenin doğası üzerine benim ileri sürdüğüm bir tez değil, baktığım Türkçe çevirilerin dayattığı, tecrübeyle sabit, bir gerçek. Günlük ve deneme yazarı Tolstoy’un ve Karamazov Kardeşler yazarı Dostoyevski’nin nasıl çevrildiğine bakınca gördüğüm bir gerçek.


Sansürlenen Karamazov Kardeşler


Büyük çoğunluğumuz Karamazov Kardeşler’i, tekrar tekrar basılan eski çevirilerden okuduk ve çevirmenin yeteneği ölçüsünde, Dostoyevski’yle başbaşa kaldığımızı sanıyorduk, ama aldatılmışız. Okuduğumuz çeviriler sansürlüymüş.


Bu gerçeği, bir çalışma nedeniyle “Kardeşler Tanışıyor”, “İsyan” ve “Büyük Engizitörcü” bölümlerini Constance Garnett’ın İngilizce çevirisinden okurken, tesadüfen farkettim. Garnett’ın yanısırı baktığım üç farklı İngilizce çeviride[1] de, İvan Karamazov aynı şeyleri söylüyor (onlardan yaptığım kombine çeviriyle aktarıyorum):


“Bu arada, geçenlerde Moskova’da karşılaştığım bir Bulgar, genel bir Slav ayaklanmasından korkan Türklerin ve Kafkasyalıların tüm Bulgaristan boyunca yaptıkları zalimlikleri anlattı. Köyleri yakıyor, öldürüyor, kadın ve çocuklara tecavüz ediyor, esirlerini kulaklarından siper kazıklarına çiviliyor, sabaha kadar öylece bırakıp sonra da asıyorlar—akıl almaz her türlü zalimlik. İnsanlar bazan insan vahşetini ‘hayvani’ diye tarif eder, ama bu hayvanlara karşı büyük bir haksızlık ve hakaret; bir hayvan asla bir insan kadar vahşi olamaz, o kadar maharetle, o kadar sanatkarane bir şekilde vahşi olamaz. Kaplan sadece ısırıp parçalar, bütün yapabileceği budur. İnsanları kulaklarından çivilemek, yapabilseydi bile, asla aklına düşmezdi. Bu Türkler ise çocuklara zulmetmekten zevk alıyorlar—ana rahmindeki bebekleri hançerle kesip almaktan, kundaktaki bebekleri havaya atıp annelerinin gözü önünde süngü ucuyla yakalamaya kadar herşeyi yapıyorlar. Bunu annelerinin gözü önünde yapmak asıl zevk aldıkları şey. Ama Bulgar’ın bana anlattıkları arasında şu sahne özellikle ilgimi çekti. Kollarında bebeğiyle, Türkler arasında çembere alınmış, titreyen bir anneyi gözünün önüne getir. Türkler eğlenceli bir oyun icad ediyorlar; bebeği okşuyor, gülsün diye kendileri gülüyorlar. Sonunda istedikleri oluyor ve bebek gülüyor. Tam o anda Türklerden biri silahını bebeğe doğrultup, yüzünden on santim mesafede tutuyor. Bebek sevinçle kıkırdayıp parlayan silahı minik elleriyle yakalamaya çalışıyor ve sanatkar aniden silahı dosdoğru bebeğin yüzüne sıkıp minik başını paramparça ediyor. Sanatkarane, değil mi? Bu arada, Türklerin tatlı şeyleri çok sevdiklerini söylerler.”


“İsyan” veya “Başkaldırı” başlıklı bu bölüm Türkçeye nasıl aktarılmış acaba? On Türkçe çeviriden sadece ikisinde tamamen sansürsüz aktarılmış. İngilizce çevirilerde sürekli “Türkler” denirken, Ergin Altay (İLETİŞİM, enteresandır, editörü Orham Pamuk; ve daha önce CAN) çevirisinde “Türk” veya “Türkler”’in yanısıra, son cümle ile tecavüz teması da sansürlenmiş. Leyla Soykut (SOSYAL; ve daha önce CEM) çevirisinde sadece “Bulgaristan’daki yöneticiler” denmiş. Zübeyde Erol (MORPA) çevirisinde sadece “insanlar” denmiş ve paragrafın ilk yarısı da olduğu gibi sansürlenmiş. Nihal Yalaza Taluy (MEB), Metin İlkin (ODA), Recep Şükrü Güngör (TİMAŞ ve ANTİK) ve Mustafa Bahar (İSKELE) çevirilerinde paragraf olduğu gibi sansürlenmiş. Nesrin Altınova (ENGİN) “kadın ve çocuklara tecavüz” yerine “kadın ve çocukları boğazlıyorlarmış” demek dışında sansürlememiş. Ayşe Hacıhasanoğlu (ÖTEKİ, 1999) ile Koray Karasulu (ALFA, 2005) ise hiç sansürlememişler.


Bu sefil manzarayı görüp sıtmaya razı olmayacaksak, Ayşe Hacıhasanoğlu çevirisinin birinci bölümü başındaki şu cümleyi de “Kötü Türkçe” diye eleştirmek şımarıklık sayılamaz: “Bu ‘büyük çiftlik sahibinden’ ... hemen birkaç söz edeceğim” (s. 11). Sıtma izleyen sayfada ağırlaşmış: “Bu genç kız, istediği zaman rahatlıkla evlenebileceği bir beyefendiye olan birkaç yıllık anlaşılmaz bir aşktan sonra ölmüştü.”


Koray Karasulu da sıtmaya yakalanmış; çevirisinin başında, Fyodor Pavloviç Karamazov için “kötü veya şehvet düşkünü olmayan” demiş. Halbuki —Türkçe ve İngilizce çevirilerin tümüne göre ve roman boyunca da söylendiği gibi— baba Karamazov kötü ve şehvet düşkünüdür.


Koray Karasulu ile telefonda görüştüm ve Dostoyevski’nin “Yazardan” başlıklı birkaç sayfalık girişini atlamış olduğuna dikkatini çektim. Önce şaşırdı ve peşinden o girişi ALFA Yayınlarının atladığını anladı. Demek ki, yayıncıyı kontrol etmek gerekiyor. Dostoyevski’nin girişini gereksiz bulan ve kendinde Dostoyevski’yi budama yetkisi gören ALFA Yayınlarının, hangi çevirilerde başka ne gibi tasarruflarda bulunduğunu ve bulunabileceğini bilemeyeceğimize göre, Koray Karasulu gibi çevirmenler, kendilerine güvenilmesini istiyorlarsa, çok daha dikkatli olmak zorundalar.


Telefon görüşmemizde, Koray Karasulu dipnotlarını internet araştırmasıyla bulduğunu, dolayısıyla böyle bir emek gerektirmiş olsa bile, kendisine aitmiş gibi göstermemesi gerektiğini de teslim etti. Dikkatli olmak yolunda olumlu bir adım.


Dikkat demişken: Kendi çalışmam için İngilizce çeviriden okuduğum bir yerin daha Türkçeye nasıl çevrildiğine bakmıştım, sansürden şüphelendiğim için değil de, doğru çevrildiğinden şüphelendiğim için.


Karamazov Kardeşler’in “Kardeşler Tanışıyor” başlıklı bölümünde İngilizce çeviriler[2] tam olarak şöyle diyor (Türkçesini aktarıyorum): “... bizzat Tanrı olan ... Söz’e de [veya daha iyisi “Kelam’a da”]  inanıyorum.” Bu İngilizce çevirilerle benim Türkçe çevirimin doğruluğunu, bizzat Koray Karasulu da —Dostoyevski’nin burada “Yuhanna İncil’i 1. Bölüm, 1-2. bap”a gönderme yaptığını belirterek— düştüğü dipnotla onaylıyor. Çünkü o baplar şöyle diyor: “Başlangıçta Kelam vardı, ve Kelam Tanrı’ylaydı, ve Kelam Tanrı’ydı. O başlangıçta Tanrı’ylaydı.”


Burada “Kelam” kavramıyla kastedilen şey “lakırdı” değil, İsa’da vücut bulan Logos’tur ve o ifadede işaret edilen şey de Logos-İsa-Tanrı özdeşliğidir.


Aynı bölümü, Koray Karasulu s. 256’da (Tanrı’ya atfen) “... onu temsil eden sözlere ... de inanıyorum” diye ve Ayşe Hacıhasanoğlu da cilt 1, s. 344’te “... bizzat Tanrının kendisi olan ulu sözlere ... inanıyorum” diye çevirmişler. Sansürlü Leyla Soykut çevirisiyse (SOSYAL; ve daha önce CEM), benim İngilizceden aktardığımla aynı.


Sansürcüler diskalifiye edilmelidir


Ama tabii, sansürlü çeviriler kaale alınmayı hak etmiyorlar ve diskalifiye edilmelidir. Bu çevirmenlerin ne zaman neyi çarpıtıp sansürleyeceklerini bilemeyiz. “Yayıncı onlara haber vermeden sansürlemiş olabilir” diye de masum bulunamaz bu çevirmenler, çünkü çevirdikleri şeyde nerelerin sansürlenebileceğini tahmin edip kolayca kontrol edebilirlerdi, aynen benim şüphelenip kontrol ettiğim gibi.


Diğer yandan, yayıncıların da sorumlu olduğu açık. “Bilmiyorduk” deyip temize çıkaramazlar kendilerini, çünkü onların görevi yayınladıkları şeyi bilmektir ve bilmemek madem sansüre yol açabiliyor, öyleyse bilmemek de bilerek sansürlemek gibi suçtur. Bilmemeyi masum bulacaksak, ehliyetsiz veya alkollü trafiğe çıkıp can alanları da, “kutlama” için havaya kurşun sıkıp can alanları da, çürük ev yapıp can alanları da ve bunları kontrol etmeyip can alanları da masum bulmamız gerekir. (Aynı örnekler, kasti olmasa bile, yetersizlik yüzünden yazarı sık sık yanlış aktaran “masum” çeviri hatalarının da masum sayılamayacağını gösterir tabii; bu çevirmenler ve yayıncıları da ehliyetsiz veya alkollü sokağa çıkmışlardır.)


Sansürcü çeviriler diskalifiye edilmelidir, çünkü Dostoyevski gibi bir yazarın Karamazov Kardeşler gibi bir romanında Türklerin zulmünden bahsetmesi (ki aslında roman kahramanı rivayet etmektedir bunları), yarası olmayana gocunmamayı, olanaysa tedaviyi öğütleyebilecekken; kendini başkasının gözleriyle görmeyi öğretebilecekken; kendini aidiyetleriyle tanımlamaya, hatta bu aidiyetleri sadece şan şeref dolu bir tarihle yüceltmeye meyilli okurların ufkunu açabilecek ve onlara kişilik kazanmak yerine aslında sürüye katıldıklarını hatırlatabilecekken, sansür bütün bunları engellemiştir.


Tolstoy tahrifatı


Din ve milliyet gibi aidiyetlerin hür iradeyle, bilinçli olarak seçilmediğini, içine doğmak nedeniyle bu aidiyetlere maruz kalındığını, dolayısıyla onları en doğru, tek doğru, hatasız, kusursuz, yüce, kutsal görmenin ilkel dürtülerden kaynaklandığını ve dayanışmaya dayalı bireyler topluluğu yerine, güdülmeye hazır sürüler yarattığını, Dostoyevski’nin sansürlenen bölümü akıllara getirebilir ve böyle bir bilinç ikliminin yeşermesine katkı yapabilirdi. O bilinç iklimini, Dostoyevski gibi gayrı ihtiyari değil, dosdoğru ve çok daha iyi körükleyecek asıl kişi ise Tolstoy’dur, tabii eserleri çevirilir ve sansürlenmeden, tahrif edilmeden yayınlanırsa. Mesela, İtiraflar’ın birkaç sayfalık birinci bölümündeki şu sözler tahrif edilmeden yayınlanırsa:


“Öyle ki, önceden olduğu gibi şimdi de, güven yoluyla benimsenen ve dış baskıyla ayakta tutulan dinî öğreti, ona ters düşen hayat tecrübesi ve bilgilerin etkisiyle tedricen eriyip gidiyor, ...”


Tolstoy’un tüm düşüncesiyle eserine eldiven gibi uyan ve Mazlum Beyhan’ın onayladığı üzere Rusça orijinali[3] aynen karşılayan bu sözleri İngilizce çevirilerden[4] aktardım. Açıkça görüldüğü ve kendisinden beklendiği üzere, Tolstoy “güven yoluyla benimsenen dinî öğreti”yi hakir görüp yeriyor.


İtiraflar’ın yedi tane Türkçe çevirisi var ve hepsinde de tahrifat var. Biri dışında, bu çevirilerin kaynakları da belirtilmiyor. Dr. Orhan Yetkin (KAKNÜS), Prof. Dr. Kemal Aytaç (FURKAN, kaynağı Löwenfeld’in Almanca çevirisi) ve Elanur Bahar (KUM SAATİ) “Güven duyularak devralınmak yerine” (vurgu benim) deyip taban tabana zıt bir şey söyletiyorlar Tolstoy’a; hakir görüp yerdiği şeyi, övüyormuş gibi gösteriyorlar. Fatah Kaynak’ın hazırladığı (ANTİK) bir başka çeviride “Güvenle davranmak yerine” denmiş. İhsan Özdemir (TİMAŞ) ise “kabul edildiği varsayılan” diyerek belirsizleştirmiş. Ahmet Özpınar da (ADEN) şöyle sansürlemiş:


“İnanç bugün ya da eski devirlerde olsun hep dış baskılarla ayakta tutulmaya çalışılmıştır ve insanlar ona sonsuz bir güven duyarak, yaşamlarında inanca bütünüyle yer verememişlerdir. İnanç, bugün artık bilimlerin ve inanç esaslarıyla ters düşen hayat deneyimlerinin etkisi altında erimektedir ve erimiştir.”


Altıncı çeviri, KARAKUTU Yayınlarının Tolstoy imzasıyla yayınladığı Hz. Muhammed başlıklı kitabında yer alıyor. Kaynağı ve kimin çevirdiği belli olmayan bir 25 sayfa yolmuşlar İtiraflar’dan, ama çevirileri hemen yukarıdaki sansürlü çeviriyle aynı. Karakutu Yayınları Tolstoy tahrifatını, Tolstoy’u Müslüman ilan etmeye kadar vardırdı ve bunu temizleyip gerçeği ortaya çıkarabilmem için bana bir kitap yazdırdı (Tolstoy’un Cevabı, Tüm Dinlere ve “Müslüman Tolstoy” İddialarına; E Yayınları, 2005).


Tolstoy tahrifatının en taze örneğiyse İbrahim Kapaklıkaya’ya ait, Tolstoy’un Günlükler’i (ANKA). R. F. Christian’ın İngilizce derlemesinden kısaltılarak çevirilmiş. 4 Kasım 2005 tarihli RADİKAL KİTAP’ta bu çevirinin hem hatalarına örnekler verdim hem de sansürlü olduğunu gösterdim. “Muhammed’de ve Paul’de uydurmaca var” diyen Tolstoy’a, sadece “Pavlus’ta uydurma var” dedirtiyor İbrahim Kapaklıkaya. Bu sansürü de, kitabı didikleyerek bulmuş değilim; aynı bölümü Tolstoy’un Cevabı’nda kullanmak amacıyla kısa bir süre önce kendim çevirmiş olduğumdan, Günlükler’i alır almaz oraya baktım.


Ama 4 Kasım tarihli RADİKAL KİTAP’ın okurları, alır almaz oraya bakamadılar, çünkü Tolstoy’un sansürlendiğini duyuran bir yazı RADİKAL KİTAP’ın “İçindekiler” sayfasında yer bulamadı ve “DİKKAT SANSÜR!” gibi bir spot yerine “bazıları şüpheli, ‘masum’ çeviri hataları var” şeklinde bir spotla yayınlandı. Böyle bir dezenformasyonla, RADİKAL KİTAP, “evrakta sahtecilik”ten hiç farkı bulunmayan bir sahteciliği, yani sansürü, üstelik Tolstoy’a uygulanan sansürü, yani adamın köpeği ısırması kadar sansasyonel ama çok daha vahim bir hadiseyi, köpeğin adamı ısırması kadar sıradan, önemsiz bir şey gibi görüp göstermiş oldu. Okurlarda “Hey! Bakın, şunu gördünüz mü? Tolstoy’u sansürlemişler! Pes doğrusu!” şeklinde bir tepki yaratacak yerde, “Hımm... bugün yağış mı varmış...” şeklinde bir tepkisizlik yaratmış oldu: “Hımm... Tolstoy mu sansürlenmiş... neyse...” Tabii, yazının sadece spotuna bakanlar sansürden hiç haberdar olmadılar bile. Böyle bir dezenformasyonla, RADİKAL KİTAP, bilinç kirliliğini temizleyecek şekilde değil, arttıracak şekilde, vahim bir yolsuzluğu meşrulaştırmaya yarayacak şekilde editoryal faaliyet göstermiş oldu. (Sanki önlerine gelen bir habere başlık atıyormuşcasına, benim başlığımı —üstelik alelade hale getirerek— değiştirmesi de cabası.)


Sansür vahim bir bilinç yozlaşmasıdır


Halbuki sansür vahim bir yolsuzluktur. Sansürcü çevirmenler ve yayınevleri bu uygulamalarıyla kendilerini lekelemişlerdir, çünkü çevirdikleri veya yayınladıkları yazarlara (hem de Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarlara) ifade özgürlüğü tanımamışlar, hatta bazan tam ters şeyler söyletmişlerdir ve böylelikle okurları da aldatmışlardır. İhanetleri sadece çevirdikleri veya yayınladıkları yazarlar ve okurlarla da sınırlı değildir, Türkçeye de ihanet etmişlerdir. Türkçenin güvenilecek bir dil, güvenli bir kültür taşıyıcısı olmadığı sonucunu doğurmuşlardır, çünkü bir dilde Tolstoy veya Dostoyevski okunamıyorsa, o dilin itibarı ciddi şekilde zedelenir. Bunu önlemek, Türkçeyi temizlemek için, o çevirileri tavizsiz bir şekilde mahkum etmek gerekiyor. Yeni çevirilerdeki sansür veya tahrifatın önlenmesi ve Türkiye’deki tüm çeviri faaliyetine güvenin tesisi için bu şarttır, aksi halde akla şu şüphe düşer: “Madem Türkiye, değişik kesimlerin Tolstoy ile Dostoyevski’yi sansürleyebildiği bir yer ve Türkçe de böyle bir dil, öyleyse bütün çevirilerde sansür olabilir. Nitekim, RADİKAL KİTAP da Tolstoy’un sansürlenmesini sıradan bir şeymiş gibi verdi.”


Sansür de, bilinç yozlaşmasının diğer tezahürleri gibi, genel bilinç yozlaşmasıyla etkileşim içinde olan ve dolayısıyla temizlenmesi gereken bir lekedir. Susurluk, depremde bizi tarumar edecek olan çarpık yapılaşma, töre cinayetleri, çocuklara vahşet uygulanması vb. gibilerle sansür aynı yoz bilincin tezahürleridir. Dostoyevski’nin rivayet ettiği zulmü sansürleyen bilinç, “milli çıkarları”  veya “milli şuuru” veya “milli değerleri” veya “milli kimliği” korumaz, bunları zedeler ve o rivayetleri haklı çıkarmaya hizmet edebilir ancak. Sansürcü bilinç zalim bilince yabancı değildir, akrabadır. Eğer “milli çıkarlar” veya “milli şuur” veya “milli değerler” veya “milli kimlik” Dostoyevski’yi ve “mukaddes değerler” de Tolstoy’u sansürlemeyi gerektiriyorsa, o değerlerde, o kimlikte, o şuurda, o çıkarlarda ciddi bir yozlaşma var demektir. O milli ve mukaddes “şeyler”in gereği diye tahrifatı meşru görenler ve görev başında uyuyakalıp buna izin verenler ile o milli ve mukaddes “şeyler”in gereği diye zulmü gerekli görenler ve buna izin verenler, aynı bilinç yozlaşmasına hizmet etmektedirler —kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, solcu veya sağcı; dinci veya ateist; faşist veya komünist; milliyetçi/ulusalcı (“Nasyonal Sosyalist”?) veya liberal; Atatürk’e tapınıp taptırmaya çalışan veya Muhammed’e tapınıp taptırmaya çalışan; aydın veya cahil vs.


Milli ve mukaddes “şeyler”in kölesi oluyorsak, vay halimize, çünkü milli ve mukaddes “şeyler” irrasyonel ve zalim olanı ülküleştirip, mesela, çocuklarını depremden veya zulümden kurtarmayı ise gereksiz görebiliyor. Aynı tehlike, sağduyu ve vicdanın rehin verildiği, bireyi sürünün parçası yapan her türlü ideoloji, inanç vs. için de aynı şekilde geçerlidir tabii. Somutlaştırırsak, kendini İslamcı, Müslüman, solcu, Marksist, komünist, sağcı, milliyetçi, ulusalcı (“Nasyonal Sosyalist”?) Türk, Fenerbahçeli, Atatürkçü, hatta Tolstoycu vs. şeklinde tanımlamak, hem sansürcü, yalancı, gaddar, çıkarcı vs. olmamanın garantisi değildir ama olmayı meşrulaştırmaya pekala yarayabilir, hem de mesafeli ve samimi bir inancı veya fikrî çalışmayı değil, inanç veya fikrî çalışma görüntüsü altında esaret tehlikesini işaret eder. Kısaca, bilinç yozlaşması, en ideal görünen ideolojinin veya devrimin veya dış müdahalenin bile yozlaşmasına yol açar. Yani bir milat olmayacak. Yapılacak şey bilinç yozlaşmasıyla mücadele etmektir, kralın çıplak olduğunu göstermektir. Aksi halde bir bilinç reformu gerçekleşmez ve bilinç reformu gerçekleşmeyince de, Susurluk’lardan, depremden, töre cinayetlerinden, çocuklara işkenceden vs. kurtulamayız. Bu, dört ucu suya batmış yekpare bir kilim; üzerindeki o sorunlarla somut olarak, gerçekten mücadele etmek zahmet ve kahramanlık gerektirebilir, ama kilimin sansür ucuyla mücadele etmek kahramanlık gerektirmiyor ve (nispeten) kolay. Sansür gibi uçları sudan çıkarabildiğimiz ölçüde, kilimin tamamını çıkarmayı da kolaylaştırmış, kilimi kurtarmaya hizmet etmiş oluruz. Aksi halde boğuluyoruz. Ve aksi halde, bir şey okuyacaksanız, Türkçe okumayın. En garantilisi bu. Ben söylemiyorum. Yukarıdaki çeviriler söylüyor.


Başlangıçta Kelam yerine Sansür mü vardı yoksa?


 


Acar Burak Bengi


23 Kasım 2005







[1] Dostoevsky, The Brothers Karamazov, çev. Constance Garnett, ed. Ralph E. Matlaw, Norton & Company, 1976, s. 219-20. • Dostoevsky, The Brothers Karamazov, çev. Konstantin Mochulski, Bantam Classics, 1984, s. 286-7. • Dostoevsky, The Brothers Karamazov, çev. Ignat Avsey, Oxford University Press, 1998, s. 298-9. • Dostoevsky, The Brothers Karamazov, çev. Richard Pevear ve Larissa Volokhonsky, Farrar, Straus and Giroux, 2002, s. 238-9.



[2] age. s. 216 • s. 282 • s. 295 • s. 235.



[3] “Tak şto kak tiper', tak i prejde verouçenie, prinyatoye po doveriyu i podderjivayemoye vneşnim davleniyem, ponimnogu tayet pod vliyaniem znaniy i opıtov jizni, protivopolojnıh verouçeniyu, i çelovek oçen' çasto dolgo jivyot...” Tolstovskiy Listok, cilt 7, 1996, s. 11-12.



[4] Jane Kentish (Penguin) ile Leo Wiener (Dent vs.) çevirilerinde de farklı değil; Aylmer Maude’unkini (Oxford) veriyorum: “So that, now as formerly, religious doctrine, accepted on trust and supported by external pressure, thaws away gradually under the influence of knowledge and experience of life which conflict with it, ...”

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin