Toplumsal travmalarımızdan nasıl kurtulabiliriz? Acı çekene sabır dilemek yeterli mi? Yazar Nihan Kaya MedyaTava'ya anlattı: Başka bir yol ne olabilir sorusunu sormaktan korkmamalıyız

Edebiyat ve psikoloji üzerine inceleme kitapları da bulunan roman ve öykü yazarı Nihan Kaya, hem bireysel hem toplumsal acılarımızı yapıcı değişimler üretmeye yönelik kullanmamız gerektiğini söylüyor. Çektiğimiz acılar karşısında kendimize ve birbirimize sabır dilemek yerine harekete geçmemiz gerektiğini, düşünmekten ve başka bir yol ne olabilir sorusunu sormaktan korkmamamız gerektiğini ifade ediyor.

Toplumsal travmalarımızdan nasıl kurtulabiliriz? Acı çekene sabır dilemek yeterli mi? Yazar Nihan Kaya MedyaTava'ya anlattı: Başka bir yol ne olabilir sorusunu sormaktan korkmamalıyız
Sinan Kemal (Dede), Instagram: @sinankemalofficial

Nihan Kaya'nın kitaplarıyla çok önceleri tanıştım. "İyi Aile Yoktur"la başladım, "İyi Toplum Yoktur" ve "Bütün Çocuklar İyidir"le devam ettim.  Yazar Kaya tespitleriyle çok içimde bir yerlere nokta atışı yaptı. O günden bugüne onu sosyal medyada da takip ediyorum. İçinde bulunduğumuz dünya için oldukça hassas bir kalbe sahip fakat hem bireysel hem toplumsal çıkarımları insanın yüzleşmekten korkacağı kadar keskin. 

Bir süredir ülkemizde ve insanlarımızdaki mutsuzluğu, yorgunluğu, bezmişliği, gerginliği ve tüm bunların altında yatan travmaları ve hatta yeni oluşan travmalarımızı da Nihan Kaya'yla konuşmak istedim. Okuyacaklarınız bir söyleşi gibi dursa da bir kitap kadar öğretici. Dilerim bu röportajın sonunda benim hissettiklerimi hisseder ve umudun hep olduğuna üstelik kaynağının da bizler olduğumuza inanırsınız.

Sevgili Nihan Kaya, toplumsal olarak çürüdük mü ya da zaten toplum dediğimiz şey başından beri bir çürümüşlük mü içeriyor?

Sevgili Özgen Aydos, kitlesel iyilik gibi kitlesel kötülük de bulaşıcı. Bence bunun başı, sahte olanla olmayanı ayırt edebilmekten geçiyor. Türkiye’de kitlesel olarak bu ayrımı yapamadığımızı düşünüyorum. Bu da zincirleme şeklinde büyüyen sorunlara neden oluyor. Temel sorun, kendimizi bilmememiz. İhtiyacımız olan şeye, yani içtenliğe hepimiz sahibiz. Kendimizle bağ kurabildiğimizde etrafımızı, olayları da daha iyi değerlendirebilmeye ve daha doğru adım atabilmeye başlayacağız. Bizde çoğunluk, içiyle bağ kurmadan adım atıyor şu an. Bu yüzden de karşılık değil tepki vermekte; duygularını da, içinde hissettiği gerçeği de geçiştirmekte.

SORUNU OLAN KİŞİ DAHA SAĞLIKLI

Siz bunun üzerine bir kitap da yazdınız ve hatta o bir devam kitabıydı. İyi Aile Yoktur’dan sonra İyi Toplum Yoktur dediniz. Birey travmalarıyla büyüyüp travmatik bir toplumda yaşayıp sağlıklı kalabilir mi? Yahut sizin deyiminizle var olabilir ama yaşayabilir mi?

Ne kadar kendimizsek o kadar sağlıklıyız. Kendisi olan bir ailede ve toplumda insan kendiliğinden kendisi oluyor zaten. Kendisi olamayan aileler ve toplumlarda bireyin kendisi olabilmesi de ailenin ve toplumun sağlıklı şekilde bir parçası olabilmesi de daha zor. Ama imkânsız değil. Clarissa Pinkola Estes’in dediği gibi, “Kültür, ailenin ailesidir.” Aile, çocuğu topluma uygun hale getirme işlevi görüyor. Çoğu aile bunu yaptığının farkında değil. Çocuğu topluma uygun hale getirirken toplumun çarpıklıklarına uydurduğunun da. İçimizdeki gerçeği geçiştiriyoruz bunu yaparken. Üzerine çok düşünmüyoruz. “Ama böyle olması gerek. Ama uyum sağlamayı öğrenmesi gerek.” gibi -aslında mesnetsiz- gerekçelerle, gerçekte ne olduğuna dair duygu ve düşüncelerimizi bastırıyoruz. Travma zaten budur; kendisi olması engellenmiş parçalarımızın kendileri olmak için çığlığıdır. Konuşamadıklarımızın bizim yerimize konuşmasıdır. Derdini bize normal yollarla anlatamadığı için şimdi “sorun” dediğimiz yollarla anlatması, bize sesini duyurmaya çalışmasıdır. Sesin bize ne anlatmaya çalıştığına kulak verebilirsek iyileşebiliriz. Hatta iyileşme dediğimiz şey her zaman bu; başka bir yolu yok. Her yerde yalanın ve sahtenin olduğu bir yerde bu sesi duymak tabii ki zorlaşıyor. Ama o hep orada, onu asla kaybetmedik. Ona tutunmamız gerek. Zaten semptom göstermemek bir sağlık göstergesi değil. Tersine, semptom gerçek benliğin faaliyeti Winnicott’a göre. Winnicott, Jung ve başka birçok kişi gibi ben de “sorunu olan” kişinin çok daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Bizimki gibi bir toplumla derdi olmamak daha büyük sorun bana göre.

Toplumsal travmalarımızdan nasıl kurtulabiliriz? Acı çekene sabır dilemek yeterli mi? Yazar Nihan Kaya MedyaTava'ya anlattı: Başka bir yol ne olabilir sorusunu sormaktan korkmamalıyız

DEĞİŞİM TALEP EDELİM 

9 askerin şehit olduğu gün yaptığınız bir paylaşımda sabır dilemeyelim, değişim isteyelim dediniz. Dönüp baktığımda çok uzun hem bireysel hem de toplum olarak yaşanan her şeye sabrettiğimizi görüyorum ve bunu yaşadığımız tüm acılara rağmen yapıyoruz. İnsanı acı bile harekete geçiremiyorsa ne harekete geçirebilir? Ortak acılar karşısında bile uzun zamandır başımıza bir şey gelir diye susuyoruz. Korku acıdan daha baskın bir duygu mu?

Sabır dilemek tek başına kötü bir şey değil tabii. Çaresiz olduğunuz yerde acılı insana sabır diliyorsunuz mecburen. Taziye evindesiniz, karşınızda acılı insanlar ve çaresiz olduğunuz bir ölüm durumu var; sabır dilemek normal böyle bir durumda. Şehitlik konusunda ise toplumsal olarak sıkıştırıldığımız döngü artık bundan daha fazlasını yapmamızı gerektiriyor. Her şehit gündeminde aynı şeyi yaşıyoruz. “Acımız çok büyük” diyor, ülke olarak yasa boğuluyor, şehit yakınlarına sabır diliyoruz. Bu konudaki acımızda samimiyiz. Ölen bu çocuklar ve aileleri için gerçekten de hepimiz çok üzülüyoruz, sahte bir yas değil bu. Türk insanının en içten olduğu, en derin üzüntülerinden biridir şehit ölümleri.

Ama bir hafta sonra unutuyoruz, normal gündemimize dönmek zorundayız çünkü, hayatımızı idame ettirmek zorundayız, gülen ve bizimle gülmeye ihtiyacı olan çocuğumuzla gülmek, işe gitmek, para kazanmak zorundayız. Şehit ailelerinin ömür boyu o acıyla yaşayacağını bilsek de elimizden gelen bir şey yok. Çaresiz olduğumuz, yani çoktan yaşanmış bir ölüm için sabır dilememiz normal. Ama her seferinde “Acımız büyük. Aileye sabır diliyoruz.” demekle yetindiğimizde döngünün, yani gelecek ölümlerin de bir parçası olmuş oluyoruz. Ben artık sabır dilemek istemiyorum. Daha fazla gencin ölümünü önlemek için hep birlikte değişim talep edelim, döngüye dur diyelim, başka yollar arayalım ve şu anda olanı kabul etmeyelim diyorum. Fiziksel acı, müteşekkir olmamız gereken bir şey, çünkü bir şeylerin yolunda olmadığının sinyalini gösteriyor. Ruhsal acı için de aynı şey geçerli. Ruhsal acı, bir şeylerin değişmesi gerektiğine dair bir çağrı. O çağrıya kulak vermek zorundayız. Tekrarlanacağını bildiğimiz bir şey için sabır dilemekle yetinemeyiz.

ACI HAREKETE GEÇMEMİZ İÇİN ÇAĞRIDIR

Acı, aslında isyandır. İsyan etmemize dair bir çağrıdır. Harekete geçmemiz için bir çağrıdır. Bu çağrıyı sürekli susturuyoruz. “Başka yolu yok” inancı bizi çaresizliğe iten. Hayır, başka yollar bulmak zorundayız. “Sabret”, kültürümüzde “Sus ve katlan” anlamına geliyor. Evliliğinde zorbalığa maruz kalan kadınlara “Sabret” öğüdü vermek çok yaygın mesela. Bu öğütle o kadınları ömür boyu zorbalığa mahkûm ettik ve ediyoruz. “Sabır dilemeyelim, değişim isteyelim.” dediğimde birçok insan -bize öğretildiği gibi- dini gerekçeleri öne sürüyor. “Allah sabredenlerle beraberdir.” ayetiyle karşılık verenler oldu mesela. “Evet,” dedim, “‘Allahümme Essabirin’, yani ‘Allah sabredenlerle beraberdir’ der ayet, biliyorum, ama oradaki sabrın bağlamı bu değil ki.”. “Allah kimsesizlerin kimsesidir.” diyen ayetle birlikte düşünün mesela o ayeti. Ayet böyle diyor diye kimseyi kimsesizliğe itmek istemeyiz. Bunun yanlış olduğunu, sözün, toplum tarafından bu durumda bırakılmış kişiye söylenmiş olduğunu biliriz. Ama “sabır” sözcüğü etrafında başka bir düşünce oluşturulmuş durumda ve bu düşünce dini de kullanarak insanları susturmak, manipüle etmek, düşünmemelerini sağlamak üzere atalete itiyor, kitlelerin elini kolunu bağlıyor. Diğer ülkelerde de böyle bu. Malezya’da kadınlara, kocaları başka kadın ya da kadınlarla evlendiğinde Cennet’ten güzel köşkler vaat ediliyor. Çok yaygın cümleler bunlar Malezya’da, herkes biliyor o cümleleri. Kendilerini buna inanmaya zorlayarak içlerindeki acıyı bastırıp susan, yani, kocasının başka kadınlarla evlenmesine “sabreden” kadınlar korkunç bir çıkmaza saplanarak yaşıyorlar hayatlarını.

DÜŞÜNMEKTEN KORKMAMALIYIZ

Duygularına kulak vermesini, kendisinden istenene karşı çıkmasını Allah’a isyan etmek gibi algılıyor bu kadın. Kabul ediyor etmesine ama bedelini sessizce, ömür boyu çekerek. Bu, çok açık bir manipülasyon değil de nedir? Bizdeki sabır söylemlerinde de benzer bir durum var. Düşünmekten korkmamamız gerekiyor. Yeni ölümlerin gelmesini nasıl önleriz? Her şeyden önce bu kalıpları değiştirerek. “Başka bir yol ne olabilir?” sorusunu sormaktan korkmayarak. Hep birlikte sorunun cevabını düşünerek. Halihazırdaki durumu kabul etmeyerek, hep birlikte yeniyi ısrarla talep ederek. Acımızı, yapıcı değişimler üretmeye yönlendirmemiz gerekiyor. Acının bizden istediği isyana yapıcı şekilde kulak vermemiz.

MUTSUZLUĞUMUZU KABUL ETMELİYİZ 

Sayamayacağım hatta burada saysam bile iki gün sonra eklenecek bir sürü haber gündemimizde. Hayvanları katledip bu katliamın videolarını çekip paylaşanlar, iki deprem mağduru kız kardeşin beraber uyumasını eşcinsellik olarak adlandırıp yurttan atanlar, birbirini hiç tanımadığı halde sosyal medya üzerinden linç edenler ve hatta benim sık sık karşılaştığım biçimde toplu taşımada birbirinin üzerine yürüyenler… Tüm bunları nasıl değerlendirirsiniz? Neredeydik ve nereye gidiyoruz? Bu cenderen kurtulmak mümkün mü?

Mutsuzuz, giderek de daha mutsuz hale geliyoruz; durumumuz bunu apaçık gösteriyor. Kendimizden, duygularımızdan, düşüncelerimizden başlamamız gerekiyor. Başkalarına yıkıcılık, kendi mutsuzluğumuzdan kaynaklanıyor. Her mutsuz insan başkalarına karşı yıkıcı hisler, düşünceler ve eylemler içinde değil tabii ama başkalarına yıkıcı olmadığımızda da kendimize karşı zarar verici hisler, düşünceler ve bazen eylemler içinde oluyoruz. Mutsuzluğumuzu kabul etmeden (daha) mutlu olamayacağız. Mutsuzluğumuzun inkârı, mutsuzluğumuzun kendisinden daha kötü. Mutsuzluğumuzu hem daha derin, hem daha sürekli bir çıkmaz haline getiren de bu. Mutsuzluğumuzu ifade etmekten korkmadığımızda o mutsuzluk bizim lehimize de işleyebilir oysa. Söylemlerim, bu lehimize işleme üzerine kurulu ama mutsuzluğu yadsıma durumu çok yerleşik olduğu için, ne anlatmaya çalıştığım çoğu zaman duyulmuyor. Bana isnat edilen şeyleri söylemedim, söylemiyorum, yapmadım, yapmıyorum. Mutsuzluk, bir başkasının sözlerini eğip bükmeye de neden oluyor.

Toplumsal travmalarımızdan nasıl kurtulabiliriz? Acı çekene sabır dilemek yeterli mi? Yazar Nihan Kaya MedyaTava'ya anlattı: Başka bir yol ne olabilir sorusunu sormaktan korkmamalıyız - Resim : 2

ZORBALIĞA UĞRAYAN ÇOCUKLAR

Sizin yazdıklarınız benim ruhuma dokunuyor. Çünkü bu dünyaya bir kız çocuğu olarak geldim ve bir kadın olarak yaşamaya çalışıyorum. Siz de kurtuluşun çocuklarla ve aslında kız çocuklarıyla mümkün olabileceğini söylüyorsunuz? Kız çocuklarımızı ve dolayısıyla kendimizi nasıl iyileştireceğiz?

 Çocuklar ve çocuklar arasında da kız çocukları, bu denklem içinde en mağdur konumda olanlar. Kız çocuğunun ve kadının mağduriyeti hayali bir mağduriyet değil, son derece reel. Sırasıyla çocuk, kadın ve erkek yahut birey, kurduğumuz sistemin en çok istismar edilenleri. Burada her birimizin içindeki çocuğu ve erkeğin içindeki kadını da kastediyorum. Kadının ezilmesinden dolayı erkeğin de dolaylı olarak nasıl mağdur olduğu çoğu kez görünmüyor. “Hayvanlar bu denklemde yok mu?” diye soranlar için şunu da eklemeliyim: Hayvanlar tabii ki mağdur ama büyüyüp başkalarını mağdur etmiyorlar. Yani mağdur olmakla birlikte, istismar etme döngüsünün bir parçası değiller. Zorbalığa uğramış çocukların tamamı zorba değil ama bugünkü zorbaların tamamı bir zamanlar zorbalığa uğramış olanlar. Zorbaya dönüşmemiş olanlar, depresyon gibi sorunlarla yaşıyor.

Bütün Çocuklar İyidir diyorsunuz ama geldiğimiz noktada ne aile ne toplum iyi değil. Bu bana Rakel Dink’in, “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” sözünü anımsatıyor. Bu karanlığı aşmamız mümkün olacak mı?

Bunu belirleyen, bireyler olacak. Toplumu da toplumsal değişimi de bireyler oluşturuyor. Her birey gibi kendimden mesulüm. Kendi duygularım, düşüncelerim, eylemlerimden. Her birey kendi duyguları, düşünceleri, eylemlerini oluşturur ve doğru, hakiki olduğuna inandığı şeyi ifade etmekten, talep etmekten korkmazsa toplumsal değişim kaçınılmaz. Sorun, düzen karşısındaki çaresizlik hissimizden geliyor. Sandığımız kadar çaresiz değiliz. Çaresiz olduğumuza inanmamız, dünya genelinde ipleri ellerinde tutanların da işine geliyor. Çaresiz olduğuna inanan, çaresizce boyun eğer çünkü. Değişim umudu gören, değişim için ses çıkarır. Tabii ki umudum var. Yoksa konuşuyor olmazdım. Sizin de umudunuz var Özgen Aydos. Yoksa bana bu soruları soruyor olmazdınız. Olur da bu konuştuklarımız birilerine ulaşıyorsa, onların da umudu var; umutları var ki bunları okuyorlar. Umarım birbirimize güç ve destek olabiliriz. O zaman birbirimizin de umudu oluruz çünkü. Size ve bu satırları okuyan herkese o umutla sarılıyorum.

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin