Yıldırım TÜRKER / RADİKAL
Fazıl Say'ın sürgünlüğü
Fazıl Say sol liberal bir Alman gazetesine demeç vermiş: "Bizim
Türkiye rüyamız öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar
zaten kazandı, biz yüzde 30, onlar yüzde 70. Bizi dışlıyorlar.
Çankaya'daki davete bir sürü ıvır zıvır adamları çağırdılar, beni
çağırma gereği bile duymadılar. Bu iş böyle devam ederse kızımı da
alıp bir başka ülkeye yerleşeceğim."
Fazıl Say'ın ya da ağzına mikrofon tutulan herhangi bir vatandaşın,
istediği mercie istediğini söyleyebilme hakkını tartışacak değiliz
elbet. Türkiye'nin ve asabi Türklerin 'Kol kırılır yen içinde
kalır' mantığıyla boğuşur dururuz.
Ama ortada ciddi bir inandırıcılık sorunu olduğunu da görmezden
gelmek mümkün değil doğrusu.
Özkök, Say'la empati kurmamız gerektiğinden dem vurup bu olayın bir
turnusol sınavı olduğunu belirtiyor: "Bu ülkenin kendine liberal
diyebilen aydınları, Fazıl Say ülkesinin askerine küfretmedi,
'Türban serbest bırakılmalı', 'Türkler 30 bin Kürt'ü kesti',
'Türkler soykırım yaptı' demedi diye, onun bu endişelerini,
korkularını, duygularını görmezlikten gelmemelidirler. Hepimiz
böyle bir turnusol sınavından geçiyoruz."
Say'ın demeci bu ülkeyi dert edinenlere bir sınav sunuyorsa, bu
haberi büyüten ve Say'dan sürgün eşiğindeki aydın portresi
çıkaranlar gözünde bu sınavı başarıyla atlatabileceğimden
kuşkuluyum. Öncelikle Say'ın 'biz' olarak adlandırdığı muğlak
azınlık hakkında ne hissedeceğimi bilemiyorum. Ülkenin yüzde 70'ini
İslamcı olarak okuyan bir aklı besleyen 'biz'in kim olduğunu
bilemiyorum. Bir sanatçının azınlıkta kalmaktan duyduğu ıstırabı
anlamak da kolay değil. Kaldı ki Say'ın sözlerinden yakın zamana
kadar çoğunluk mensubu olan, çayını Köşk'te içen bir dahi olduğu
anlaşılıyor.
Her şeyden öte, bir aydın elbette özgürlük talep eden, Kürtlerle
Ermenilere tarih boyunca reva görülen zulmü kafasına takan, bu
konuda söz alan, statüko açısından tehlikeli bir yaratıktır.
Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne davet bekleyen, bu kültürle ilişkisini en
yüksek makamdan gelecek bir davetiyeye bağlayan piyanistin
kafasının hayli karmaşık olmasından geçtim, dünyaya duyurduğunun
bir sanatçı çığlığı, bir aydın itirazı olduğuna nasıl inanayım?
Say, Şemdinli katillerinin salıverilip işbaşı yapmasından, askeri
yargının hayatımızın ümüğüne çökmüşlüğünden, işçi ve emekçi
haklarının her gün gasp edilmesinden, çocukların sokaklarda
ölmesinden, kışkırtılan ırkçılıktan, polisin istediğini vurup
öldürüvermesinden, işkencenin yeniden artmasından değil, bakan
eşlerinin türbanından, Cumhurbaşkanı'nın davetiyesini özel kuryeyle
yollamamasından, azınlıkta kalmış olmaktan bezerek gönüllü bir
sürgünlüğe adım atacağını açıklıyor. Ölüm tehdidi aldığından değil,
kendisine mahkeme kapısında katiller 'Akıllı ol' diye parmak
salladığından değil, 'İslamcılar' iktidara geldiği için gitmek
istiyor. Demecinin aldığı tepkilere bakıp Tufan Türenç ve diğer
inandığı aydınlarla görüştükten sonra dün, laisizme şükür,
gitmeyeceğini, mücadeleye devam edeceğini açıkladı. Fazıl Say'ın
mücadelesine ne zamandır tanıklık etmişliğimiz var. Yine böyle bir
vesileyle yazmış olduğum bir yazıyı tekrar okudum. Bir bölümünü
aktarayım.
Dâhilerin zulmü
Cumhuriyet'in Aydınlanma projesinin motorlarından biri de özellikle
Batı sanatları konusunda dâhi çocuk üretimine ağırlık vermek
olmuştur. Çıkartılan özel yasayla 'harika çocuklar'ın devlet
bursuyla yurtdışında, alanının önde gelen hocalarının rahle-i
tedrisinden geçirilmesi sağlanmış, dünya çapında virtüözler olarak
parlamalarının yolu açılmıştır. Çocukluğumun kahramanları Suna Kan
ve İdil Biret, yoksul bir ülkenin yetenek elçileri olarak küçük
yaşta omuzladıkları bu misyonun altında kalmamayı başararak bugüne
geldiler. Kendilerinden beklenen karşısında henüz küçücük birer
çocukken nasıl bocalayıp, ne tür sıkıntılar çekmiş olduklarını
belki günü gelince bize de aktarırlar. Devlet Sanatçılığı denen,
daha sonraları tanımının doğası icabı şenlikli bir komediye dönüşen
kurumun belki ilk kurbanları olarak söyleyecek çok sözleri
vardır.
Acelesi olan Cumhuriyet'in benim ilkokul dönemime denk gelen 60'lı
yıllarda Maarif bünyesinde başlattığı uygulamayı da bu rüzgârın
çarpıtılmış devamı olarak görüyorum. O küçük mahalle
ilkokulunda
apansız açıklanan bir kararla, okul binasının farklı girişi olan
idari bölümünde bir 'ileri zekâlılar' sınıfı açılmasına karar
verilmiş, kimi sınıflardan çocuklar devşirilmeye başlanmıştı. Henüz
televizyonla tanışmamış, dünyayı uzak bir mucize olarak algılayan
7-8 yaşındaki çocuklar, zekânın ne demek olduğunu iyi kötü
biliyordu elbet. Lâkin, onları hoyratça birbirlerinden
uzaklaştıracak, anababalarının gözünden düşürecek bu tanımından
bihaberlerdi. Kimi devşirmeler o daha geniş, daha ferah, daha
renkli ve süslü olduğunu öğrendiğimiz sınıfa yolcu edildiklerinde
siyah önlüklerinden de soyunmuş, yanlış hatırlamıyorsam lacivert
saten önlükler giyer olmuşlardı. Artık biz sıradan ölümlülerle
karıştırılmaları tehlikesi kalmamıştı. Kısa zamanda üstlerine bir
ağırbaşlılık çöktü; okul bahçesindeki delibozuk oyunlara
katılmaktan geçtim yaşıtlarından selamı esirger oldular. Herhalde
çok derin bir eğitimden geçiyor, Quantum Fiziği'nden Atonal Müziğe
savruluyor değillerdi. Ama besbelli onlara farklı oldukları, üstün
oldukları hissettiriliyor; biz aynı binada asabi öğretmenlerin sıra
dayağından geçerken onlar hırslı pedagogların zarif tımarına maruz
kalıyorlardı.
Fazıl Say fenomeninin arkasında aydın bir anababanın projesi
okunuyordu. Anası Gürgün Say, "Müziğin Doruğuna Fazıl Say
Yolculuğu" adlı bir kitap yazıp en az bu serüven kadar dâhilerin
ebeveyni nasıl olur üstüne de bizi bilgilendirdi. Bu özel yetenekli
çocukların ardında nasıl hedefe kilitlenmiş bir hırs olduğu, bu
hırsın nelere kadir olabileceği üstüne birkaç tahminimiz vardı
elbet. Ama böylesine kaslı, böylesine boğucu bir dille karşılaşmak
yine de sarsıcıydı.
Fazıl Say da dünyanın gözünde olağanüstü bir yorumcu, bir piyano
virtüözü olarak sivrildikçe hırçınlaştı. Bir yandan memleketinde
popüler bir kahraman olma fırsatını kaçırmamaya çalışıyor, öte
yandan popüler alan üstüne son derece seçkinci görüşlerini birer
bomba gibi patlatıyordu. Bu hazin çelişkinin farkında olmaması, ne
kadar psikolojizm tuzağına düşmemeye çalışsam da bana çocukluğunun
siyah bir piyanoya gömülmüş olmasındanmış gibi geliyor. Say,
Mozart'ı, Stravinsky'yi dünyanın parmağını ısırtacak yetkinlikte
yorumlamakla yetinmiyor. Ülkenin sanat-kültür düzeyini yükseltmeye
ant içmiş genç aydın rolüne de çalışıyor. Yazılar yazıyor.
Sözgelimi hayli karışık bir kafayla, kendisini müzikal muadili ilan
ettiği Nâzım Hikmet adına Amerika'nın Afganistan müdahalesine arka
çıkıyor; 'Nâzım yaşasaydı Amerika'ya hak verirdi' diyor.
'Hiroşimalı Kız' şiirini hatırlatanlaraysa "Amerika yanlışlıkla 3-5
tane kız çocuğunu öldürdü belki. Ama milyonlarca kız çocuğunu
diriltti" diyor, "7 yaşındaki Afgan kızı ölüydü zaten" diyor. O
yanlışlıkla öldürülen 3-5 Afgan kızının dâhi çocuk olmadıklarından
emin nasılsa. Dolayısıyla onları 'tane'yle saymakta bir beis
görmüyor.
Bir konuda hak edilmiş söz sahibi olmanın her konuda söz üretebilme
hakkını kendisine tanıdığından kuşkusu yok. Resmi Cumhuriyet
seçkinciliğinin tuzağına düşüyor; popüler kültür üstüne güdük
savlarla dünyayı anlamaya ve tartmaya çalışıyor. Dünyanın her
yerinde azınlığın ilgi alanına giren klasik müzik, onun dehayla
şişirilmiş egosuna yetmiyor besbelli. Popüler müziğe karşı
neredeyse bir haçlı seferi başlatma çabası da bizi en çok onun
varoluş problemi üstüne aydınlatıyor.
Seçkincilik, kişinin seçkin olduğuna bütün kalbiyle inanıp bütün
dünyanın hizmetine koşmasını beklediği anda saplanıverdiği bir
tuzaktır. Oradan ufuk görünmez. Armoni zenginliğini ölçüt alıp bir
müziği diğerinden üstün tutarsan, ritim zenginliğini ölçüt alan da
başka bir müzik türünü seninkinin üstünde tutabilir. Dünyayı,
kültür üretimini ast-üst ilişkisiyle tanımlayıp şaşmaz bir
hiyerarşinin sularında kulaç atarsan aynana yansıyan eninde sonunda
faşizan bir sırıtış olacaktır. Zor olanla uğraşmak, zor olana gönül
vermek, tevazu gerektirir.