Maalesef ben de ‘showman’e dönüştüm
“Türkiye’de işini iyi, doğru ve güzel yapanlar” diye bir liste
yapsam, Ahmet Hakan’ı medya bölümünün ilk sıralarına koyardım.
Kategorik düşünme kolaycılığına girmeden, meselelerin arka planını
unutmadan, tüm kesimleri objektif olarak anlama ve yansıtma çabası
içinde oldu hep.
İçine doğduğu muhafazakar çevrenin, “bireyleşmeyi” onun önüne
ekstra bir zorluk olarak getirdiğini, imkanları mütevazı bir
kanalda kendini gerçekleştirdiğini, “ötekilerin” ona kuşkucu
bakışlarını hatırlarsak, başarısı daha da anlam kazanır. Ahmet
Hakan’ın, içinde yaşadığımız ülkeyi tanımak için iyi bir örnek
olduğunu düşünüyorum.
Türkiye gibi ne tam Doğulu, ne tam Batılı olan, ikisi arasında
sağlıklı bir sentez yapamayan, geçmişle zihinsel bağı kopuk, siyasi
ve ekonomik darbelerle perişan olmuş bir ülkede herkes için geçerli
bir sorun var: Kimlik bunalımı. Bu, senin özelinde nasıl
yaşanıyor?
Ben, Türkiye’de iki farklı yaşam tarzının ve iki farklı kimliğin
olduğunun bilincine çok küçük yaşlarda vardım ve bu iki dünyanın
birbiri ile ilişkilerinde çok hoyrat, hırpalayıcı olduğunu fark
ettim. Bu durumu çözmek ve kurtulmak için bulduğum yol, iki tarafın
da ortak noktalarını bulup, hep ortada gitmeye çalışmak oldu.
O yüzden de iki taraftan da çok ateş aldın?
Geleneksel ve modern yaşam tarzının olumlu–olumsuz noktalarını aynı
anda görmek nedeniyle, evet, iki tarafa da yaramıyorsun. Ne
ordansın, ne burdansın.
Muhafazakar kesime ait ne tür çelişkiler yaşadın?
Eğitimsizliğin verdiği hoyratlık muhafazakar çevrelerde çok
yaygındır. İnsanlar orada “birey” kabul edilmez. Ne zaman ki
bireysel özelliklerimi ön plana çıkarttım, hep keskin bir karşı
duruşla karşılaştım. Mesela, küçüklüğümden beri roman okumama dudak
bükülmüştür. Ne kadar dışa açıksanız, ne kadar farklı dünyaları
tanımaya yatkınsanız, o kadar yadırganıyorsunuz. Bu, “öykünme”
olarak algılanıyor ve bu da size “aşağılık kompleksi” içinde
olduğunuz suçlamasıyla geri dönüyor.
Diğer çevrenin penceresinden nasıl görüldün?
Onların damarına basmanıza neden olan birtakım anahtar kavramlar
var. Dindar bir çevreden mi geliyorsunuz, büyük ölçüde tepki
görüyor, ne yaparsanız yapın, içlerine giremiyorsunuz. İlgi
alanlarım, üslubum, hayata bakışım itibarıyla kendimde farklı
hiçbir şey görmüyorum. Fakat, geldiğim yer benim hep önüme
çıkarılan ayrıksı tarafım. Orada da bir “aşağılama” güdüsü devreye
giriyor.
Bu şizofrenik yapı, bu dramatik durum sende ne fırtınalar
yarattı?
Evet böyle müthiş bir dram var. Fakat bir insanda bundan
kurtulmanın yollarını bulma yeteneği de var. Bir anlamda
kaçıyorsunuz. Hesaplaşmaya kalkıştığınızda işin içinden
çıkamazsınız. Her iki tarafta da bu genel tespitleri yalanlayan
insanlara sığınıyorsunuz. Her iki dünyanın içine girdiğiniz
durumlarda, geçmişinizi, geleceğinizi, karşı tarafın size nasıl
davrandığını hiç düşünmeksizin o anı yaşıyorsunuz. Bir dindar
çevrenin içinde, oranın gerektirdiği raconları uyguluyorsunuz,
diğer tarafta da öbür raconları uyguluyorsunuz. Bir tür kaçış.
Cami ile bar arasına sıkışmak diye mi özetleyelim?
Bu tespit, bu tür durumları istismar eden çevreler tarafından
kolaylıkla aleyhimde kullanılabilir. Bu tanımlama bile, yaşadığım
ikili hayatın bana getirdiği zorlukları gösteriyor.
Üstündeki “İslamcı” imajından kurtulma çabalarını üçüncü bir gözle
izleyebiliyor musun?
Bundan on sene önce hayata nasıl bakıyorsam, şimdi aynı şekilde
bakmıyorum tabii. Eskiden kendimi daha net biçimde “İslamcı” diye
nitelendirebiliyordum. Fakat hayat size, bu düşüncenin artık bir
geçerliliği kalmadığını öğretiyor.
Yoksa, orada yalnız kalmaktan mı korktun?
Asla. Bilsem ki, İslamcılık diye bir düşünce bugün için hâlâ
Türkiye’de teoride ve pratikte geçerliliğini koruyor, bunu gür bir
sesle söylerim.
Neden ancak 37 yaşına geldiğin zaman “ben solcu Müslüman’ım”
cümlesini kullanabildin?
Ben kendimi her zaman sağcılıktan uzak bir siyasi atmosferde
buldum. Aile çevrem, kendilerini “İslamcı” olarak nitelendirdiler;
ama asla “sağcıyız” demediler. “İslam, eşittir sağcılık değildir.
Sağcı kapitalisttir, İslam’la ilgisi yoktur. Solcu sosyalisttir,
komünisttir. Onun da İslam’la ilgisi yoktur.” diye düşünürlerdi.
MSP’yi bir üçüncü yol gibi görürlerdi.
Bütün bunları zikretmeye başlaman, senin artık bir şöhret olarak
mevzilerini sağlamlaştırmanla da ilgili değil mi?
Değil. 28 Şubat döneminden önce, Yörünge dergisine verdiğim
röportajda da, Yeni Şafak Gazetesi’nde yazı yazarken de bunları
belirtmiştim. Şimdi bunun ilgi görmesinin nedeni, ben daha popüler
duruma geçtiğim için belki. İnsanda, doğuştan bir ruh hali bulunur.
Sokakta yoksul bir insan gördüğünüzde, eğer biraz paralıysanız, bir
utanç duygusu duyarsınız, yüzünüz kızarır. Bazı insanlarda ise bu
ruh hali asla ve asla gelişmez. Yoksul karşısındaki o utanç hissi,
insanları solcu, o utanmama hissi de sağcı yapar. Yani kurulu bir
düzenin asla değişmeyeceği kanaati taşıyan, “biz ne yapabiliriz ki”
diyenler daha çok sağ felsefeye yatkındırlar. (Bu tartışmayı
sürdürüyoruz; ama yerimiz yok, tamamını size aktaramıyorum.)
Bir dini, bir ideolojiyle birlikte tarif etmenin iç dünyandaki
karşılığı ne?
Müslümanlık bugünün insanına tek başına bir şey ifade etmiyor
maalesef. Bu eksiklik dinden kaynaklanmıyor. Bugünün insanının
zihinsel oluşumu ile ilgili bir şey bu.
Peki ama bu bir verili gerçek deyip, yani bugünün insanına bir şey
ifade etmediğini değişmez kabul edip, bir dinle bir ideolojiyi yan
yana getirip, bir kavram yaratarak bunu daha da pekiştirmiş olmuyor
musun?
Hayır. Müslümanlık tek başına bir insanın kendini tanımlaması için
yeterlidir. İlle de bir siyasi kavram kullanmak gerekir ise,
Müslümanlık sağa mı yakındır, sola mı yakındır diye bir soru akla
gelir ise kaydını koyarak söyledim tüm söylediklerimi.
Ama bunu “ille de gerekirse” diyen sensin. Acaba kendini artık bir
entelektüel olarak kabul ettirme çabası içinde misin?
Hayır. Estağfirullah! (gülüyor) Adam “ben Müslüman’ım ve sağcıyım”
dediğinde hiçbir sorunla karşılaşmıyor; ama “ben Müslüman’ım ve
solcuyum” dediğinde büyük problemlerle karşılaşıyor. “Dinin
ideolojiyle açıklanmaya ihtiyacı mı var kardeşim?” sorusu meşruysa,
bu sorunun sağcılık için de mutlaka sorulması gerekir. Ben sonuç
itibarıyla düşünen bir insanım. Kendi birikimime dayanarak bu
iddiaları ortaya atıyorum ki tartışılsın. Ben bir siyaset bilimci
değilim, teolog değilim…
Bence sana artık Tv starı olmak yetmiyordur. Başka bir düzleme
sıçraman, adından bir aydın olarak söz ettirmen gerekiyordur. Bu
gibi tartışmalar, bir sıçrama noktası değil mi senin için?
Bu soruya “evet” cevabını verdiğimde, “ben artık oldum, piştim,
hadi bir tartışma ortaya atayım da, biraz da entelektüel olduğumu
insanlara kanıtlayayım” gibi bir kast–ı mahsusa ile bunu yaptığım
düşünülebilir. Oysa bu tür durumlar doğal bir süreç içinde
olur.
Peki sen bir entelektüel misin?
Entelektüel olma gayreti içindeyim. Bir entelektüelin gerektirdiği
birikime sahip değilim. Ama o tür birikime sahip olmamak, bu tür
tartışmaların içine girmeye engel de değil.
Şimdi bir gayret içindesin, ne kadar zaman sonra kendini
entelektüel olarak addedebilirsin?
Bu, “karpuz ne kadar sürede yetişir” anlamsızlığında bir soru.
Ahmet Hakan, toplum tarafından sevilme ihtiyacını tam olarak
giderebiliyor mu?
Türkiye’de keskin bir kutuplaşma olduğu dönemlerde her iki tarafın
da şakşakçıları vardı. Ben Türkiye’deki bu kutuplaşma ortamının
sona ermesi yönünde, her iki tarafın namuslu insanlarının teslim
ettikleri biçimde davranmaya çalıştıysam da, kutuplaşmanın yoğun
yaşandığı dönemlerde, bana tam bir şakşakçılık yapılmasa da, dindar
çevrelerin malı kabul edildim, önemli ölçüde sevildiğimi hissettim.
Şimdi geniş kitleler tarafından iyi ve doğru haber veren bir adam
olarak algılanıyorum. Ve fakat bu, her iki kutbun da fanatik
kesimleri tarafından yadırganıyor. Bir taraf bana “bu herif
değişti, birtakım kişilere yaranmaya çalışıyor” derken, öbür taraf
“bu adam takiyye yapıyor, aslında bunun böyle olduğuna bakmayın, bu
işte şöyledir, böyledir” diyor.
Dolayısıyla sana kitlelerin yönelttiği sevgiyi rahatça yaşamanı
engellediler...
Tam da böyle oldu. Sevgiyi hissetmemi engelleyecek parazitler
oluştu.
Şöhret psikolojisini unutmayalım. Yetişme tarzın itibarıyla ne
kadar mütevazı olma yönünde bir iç görü kazandırılmaya çalışılırsa
çalışılsın, şöhret egonu şişirmiştir.
Ama şöhreti tadabileceğim alanlarda yaşamıyorum ki. İşte geceleri
bir partiden bir partiye gidersiniz. Etrafınızda hayran kitleleri
oluşur. Ben evden işe, işten eve gidiyorum. Şöhretin getirdiği o
ego şişirecek halleri yaşadığım söylenemez.
Ekran kişiliğinin, normal kişiliğini fazlaca kuşattığını
göremiyorsun demek.
Ben böyle bir şey görmüyorum; ama insanlar ekranda gördükleriyle
günlük hayat içindeki ben arasında bir bağ kuramıyor olabilirler.
Bazı insanlar kendi kişiliklerini bastırıp bir kamusal kişilik
yaratırlar kendilerinde. Benimki öyle değil, yani arada öyle çok
büyük bir uçurum yok. Ayrıntılarda belki farklılıklar vardır.
Diğer anchormanlerden farkını sorsam?
NTV ve CNN Türk, bütün gün ve gece boyunca adamakıllı doyurucu
haberler veriyorlar. Akşam, diğer kanalların ana haber bülteninde
yapacakları bir şey kalmıyor. O zaman, haber bültenlerini, bir tür
performans sergileme haline dönüştürmek durumunda kalıyorlar. En
çarpıcı görüntü, en vulgar anlatım gibi yollara kayıyorlar.
Dolayısıyla bir farkımız kalmadı birbirimizden.
Sen de bir showman’e dönüştün yani.
Dönüştürdü maalesef. Ben aslında, gündelik haberlerde arka planları
sorgulayan biriyim. Bu sözünü ettiğim durum beni alabildiğine
yüzeysel kılıyor. Ne kadar yüzeysel olursanız, o kadar çok
izleniyorsunuz. Her gün önünüze dakika analizleri geliyor. Nerede
yükselmiş, nerede düşmüş bakıyorsunuz. Yükseldiği yerin üzerine
gidiyorsunuz. Buna teslim olmak durumundasınız. Çünkü reklam veren,
bu düzen üzerinden reklam veriyor. Dolayısıyla ben bunun bilincinde
olarak hareket ediyorum.
Hangi şovları istemeden yapıyorsun?
Mesela bir görüntüyü birkaç kez veriyorum. Beden dili olarak da
daha kaygılı, daha dikkat çekme arzusu içinde oluyorsunuz. Sesiniz
yükseliyor ister istemez. Tempo kaygısının getirdiği birtakım
yapaylıklar ortaya çıkıyor.
Uludağ İlahiyat Fakültesi’ni neden bitirmedin?
Öğretim biçimini beğenmedim. Daha sonra Mimar Sinan Türk Dili ve
Edebiyatı’nda okudum. Orayı da bitirmedim. İş hayatına atıldım.
Benim kafamdaki ilahiyat ya da edebiyat öğrenimiyle arasında dağlar
kadar fark vardı. Yeniliklere kapalı bir öğrenim metodu ve bir tür
lise hayatı devam ediyor oralarda. Hocalar ve öğrenciler arasında
üniversite kavramına ters düşen ilişki biçimleri geliştirilmiş.
Hayat, kadınlarla ilgili sana ne öğretti?
Buna cevap vermemeyim. Üzerinde konuşmak istemediğim, konuşurken
kendimi yakaladığımda kendimden nefret edeceğim konular bunlar.
On yıldır haberle yatıp, haberle kalkıyorsun. O kadar yoğunsun ki,
bir kadının sevgisini hak edecek emeği ona vermeye mecalin kalmıyor
belki de.
Bu alanda mecalsiz kaldığımı kabul ediyorum. Zaman zaman “evlensem
nasıl bir hayat yaşarım” diye düşünüyorum; ama bunu
kaldıramayacağımı görüyorum. Akşam saat 11’de falan evde oluyorsun,
sabah da evden çıkıp işe gidiyorsun. Bu mesai içerisinde teknik
olarak imkansız görünüyor bana.
Şimdi sana bir aşk elbisesi dikiyorum. Dingin bir aşk değil bu.
Bunun yerine kedi–köpek gibi hırlaşılan, inişleri, çıkışları çok
olan, marazi bir aşkı sana daha çok yakıştırıyorum.
Allah Allah neden? Bu konuları konuşmak beni sıkıyor. Anlıyor
musun? İstersen şöyle bir cümle kurayım: Ben aşkı tarif etmem,
yaşarım filan. (gülüyor)
Peki. “Hem solcuyum hem Müslüman’ım” noktasına gelmende, Nuray
Mert’ten bir etkilenme olup olmadığını sormak istiyorum.
Yazılarını, kitaplarını dikkatle okurum, sohbetler ederiz uzun
uzun. Evet yani ondan etkilenmiş olabilirim; ama anlattığım gibi
İslam ve sol konusundaki bugünkü düşüncelerimin altyapısı,
İslamcılıkla sağcılığı ayrı gören bir ortamda yetişmiş olmamdan.
Daha sonra edindiğim tüm bilgiler bu temelin üzerine oturduğu için
onları algılamama ve ifade etmeme yardımcı olmuştur
diyebilirim.
Sabah’a geçtikten sonra senin polemikçi yanına tanık olduk. Hıncal
Uluç’la olan tartışma, mahalleli çocukların dövüşmesi gibi bir
şeydi.
Ben biraz destursuz bağa girdim herhalde! Bu gazetede yazmaya
başladıktan sonra bir sevgisizlikle karşılaştım Hıncal Uluç’ta.
Beni üzdü doğrusu. Benim geldiğim yerlerle ilgili bir problemi
varsa eğer, Ömer Lütfü Mete’yi son derece olağanüstü beğeni
cümleleriyle yazdı. Demek ki çok ideolojik kalıplar içerisinde
bakan kötü bir insan değil. Dolayısıyla bu beni şaşırttı.
Ya Serdar Turgut’la atışman?
Önce matrak penis yazıları, Ertuğrul Özkök ve eşi Rana’nın adının
bol bol geçtiği o hani tuhaf yazılar, sonra işte “Öteki Türkiye de
var. Aman işte biz bunları ihmal ettik” yazıları. Herkese Serdar
Turgut güzel hassasiyetler barındıran bir yazar izlenimi verdi.
Hepimiz atladık üstüne. Sonra öteki Türkiye yazılarının arasına,
haklarını savunduğu kesimden insanlarla dalga geçen yazılar
sıkıştırdı ve eleştirilerin ağırlığını kasten hafifletme çabası
içine girdi. Bunu içselleştirmediğini, icazetle yazdığını fark
ettiğimde geç kalmıştım. Çünkü, herkes yazdı, ben programa
çıkarttım filan. Sonra demokrat diye bildiğimiz Serdar Turgut,
şaşırtıcı biçimde teknokratlar hükümeti önerdi. Ondan sonra
“dincilerle solcular ittifak kurdu, rejim elden gidiyor” diye
pespaye bir tez attı. Dikkat çekmeye çalışıyor kendince.
Bu, her yazarın hakkı. Sen niye bulaşıyorsun?
Deşifre edilmeye ihtiyacı var. Ben soru sordum ona, “Diyorsun ki
sen, rejim elden gidiyor, solcularla İslamcılar ittifak kurduğu
için. Bu ittifakı küçücük bir örnekle göster”. O da bana “Sen zaten
dinci ve gericisin, aydınlanmamışsın.” diye cevap veriyor.
Birilerinin bunun gerçek yüzünü ortaya koyması lazım.
YENİ TARTIŞMA: AHMET HAKAN COŞKUN İSLAMCILIKTAN VAZ MI GEÇTİ?
Zaman´dan Nuriye Akman, bir süredir medyadaki yıldızı parlayan Ahmet Hakan Coşkun´la bir röportaj gerçekleştirdi. Hürriyet Gazetesi röportajdan bir bölümü, "İslamcı TV Anchorman’ı: Artık İslamcı değilim" başlığıyla duyurdu. Peki Ahmet Hakan röportajda neler söyledi...
Sıradaki Haber İçin Sürükleyin