UĞUR VARDAN: SPOR YAZARLARINI DA KÜÇÜMSÜYORUM KÖŞE YAZARLARINI DA...

MEDYATAVA RÖPORTAJ-Sayım Çınar, Radikal gazetesinin sinema yazarı Uğur Vardan’la konuştu. Sinema yazarlığına nasıl başladığını, beğendiği sinema eleştirmenlerini, Radikal’de yazmanın farklılığını, medyada spor yazarlarına bakışı, kedilerle olan ilişkisini ve yakın dostu Mansur Forutan’ı Sayım Çınar’a anlatan Vardan, “Neşeli Hayat” ile “Kanal-i-zasyon” filmlerinin karşılaştırmalı eleştirisini de yaptı.

Google Haberlere Abone ol
UĞUR VARDAN: SPOR YAZARLARINI DA KÜÇÜMSÜYORUM KÖŞE YAZARLARINI DA...

Son zamanlarda gösterime birçok Türk filmi girdi. Sizce sinemamız ticari olarak kaybettiği başarıyı sanatsal anlamda ne kadar yakalayabiliyor?
Doğrusu ne yapımcıyım ne de muhasebeci. Dolayısıyla ticari başarı beni ilgilendirmiyor. Üstelik ait olduğum kuşak da sinema zevkini, bilgisini, görgüsünü Türk sinemasından değil, hem Amerikan, hem de Avrupa sinemasından aldı. Bunu İstanbul Film Festivali ve entelektüellik bağlamında söylemiyorum, sinemayı sevmeye başladığım ilkokul, ortaokul ve lise dönemini de katıyorum. Benim kuşağım salonlara hem Kemal Sunal ve Zeki-Metin filmleri için gitti, hem de Alain Delon-Jean Paul Belmondo filmleri için. Hem “Jaws” için, hem “Dev Tohumu”, hem spagetti westerler için, hem Bruce Lee için, hem Gloria Guida için, hem de Edwige Fenech için. Yani Türk filmi olmuş olmamış beni ilgilendirmiyor, nasıl olsa sinema dünyanın bir tarafında yapılır ve o duygu her daim yaşanır. Ama elbette ki aynı dili konuştuğumuz, aynı coğrafyayı soluduğumuz insanların filmleri de iyi, güzel, ufuk açıcı olursa sevinirim. Yeter ki Reha Erdem’ler, Zeki Demirkubuz’lar, Serdar Akar’lar, Taylan biraderler, Derviş Zaim’ler, Özcan Alper’ler, Semih Kaplanoğlu’lar, Onur Ünlü’ler, Nuri Bilge Ceylan’lar ve dahi Orhan Eskisoy’lar, Özgür Doğan’lar, İnan Temelkuran’lar film çekebilsin. Cem Yılmaz’lar da, Yılmaz Erdoğan’lar da tabii. İşin ticari-sanat denklemine göre, elbette ki sanat için yola çıkanların, umutlarını kaybetmeyeceği ve bir sonraki projelerini çekebilecekleri seyirciye ve gişeye ulaşmalarını temenni ederim. Ama ulaşmasalar da fark etmez, mesela Özcan Alper bir “Sonbahar” daha çekmese ne olur, o film ona ömür boyu yeter. Toparlarsam, gişedeki hüzün ve yenilgi beni ilk elden ilgilendirmiyor (bu konuyu bir de yönetmenlere ve yapımcıları sormak lazım ya) ama işin sanatsal boyutunda, sorun olduğunu sanmıyorum. İyi filmler var ve bazıları gösterime girdi, bazıları da sırasını bekliyor.

Son dönemlerde hangi Türk filmlerini severek izlediniz? Yılmaz Erdoğan’ın yeni filmi “Neşeli Hayat” çok gişe yapacak mı?
Antalya’da izlediğim Reha Erdem’in “Kosmos”u son dönemlerde en çok beğendiğim yapım oldu. Evet zor, evet fazla metaforik ama hem içerik, hem de teknik olarak birinci sınıf bir çalışma. Erdem’in bu topraklar için büyük bir değer ve şans olduğu kanısındayım. “Hayatın Tuzu”, “11’e 10 Kala” gibi yapımlar da iyiydi. “İki Dil Bir Bavul” partiler üstüydü. “Bornova Bornova”, ikinci filminde genç bir yönetmenin ulaştığı yetkinliği gösteriyordu. Oyuncu performansları çok iyiydi. “Neşeli Hayat”, Yılmaz Erdoğan’ın sanki yeniden doğuşu ve özünü dönüşü. Gişe yapar mı, bilemem elbet. Ama bence filmin doğru ve kendine ait seyircisini bulması gerekiyor. Bu filmin aslında şöyle bir özelliği daha var: “Kanal-i-zasyon” filminde karikatürize sunulan hem kenar mahalle, hem de Kürt kökenli insanlarımız hem doğru yerine konuyor, hem de Erdoğan’ın kendi karakteri ve filmin yan karakterleri, Okan Bayülgen’in içi boş oyunculuğuna ve aslında över gibi yapıp bence alttan alta aşağıladığı Doğu insanı karikatürüne, ciddi bir cevap niteliği taşıyor.

Radikal gazetesinde adeta sembol olan bir sinema köşeniz var. Önemli aşamalardan geçtiniz. Radikal gazetesinde sinema yazmanın püf noktaları nelerdi?
Allah Allah, sembol olduğumu bilmiyordum. Valla benim için elbette böyle bir gazetede yazmak gurur vesilesi. Sonuçta kendi dünyama yakın insanlara seslendiğimi düşünüyorum ama daha önce Aktüel’de, Yeni Binyıl’da, Özgür Gündem’de ve dahi birçok yerde yazarken de benzer duygular içindeydim. Ama Radikal’in elbette etkili bir yanı var, bir kere fazla ciddiye alınıyorsunuz (ki ben o kadar ciddi biri değilim). İki, gazete olunca, etkisi de daha çabuk oluyor. Püf noktası olup olmadığını ise bilmiyorum, ben her zamanki üslubumla yazıyorum, sadece zaman içinde bilgi görgüm belki daha fazla gelişmiştir. Bir de eskisi kadar sert ve kırıcı olmadığımı düşünüyorum, bu da giderek yaşlanmaktan kaynaklanıyor sanırım. Ayrıca geçmişte insan ilişkileri (yani eleştirmen-yönetmen-oyuncu ilişkileri) bu denli gelişmemişti. Şimdi özellikle festivaller hem süre, hem de sayıca çoğaldı. Dolayısıyla, Spielberg’e ya da Scorsese’ye sallamak bile artık daha kolay, ama birlikte yediğin içtiğin adama öyle kolay kolay sallayamıyorsun. Tabii ki şaka yapıyorum, iş başka arkadaşlık başka. Ben her zaman gelişine vurmaktan yanayım.

Yazarlık yaptığınız Radikal gazetesinin en önemli avantajı nedir? Radikal gazetesinin diğer gazetelerden farkı nedir?
Sinema bağlamında soruyorsanız, elbette eleştirilere bolca yer ayırması. Son dönemlerde bir filme ait yazılarımın vuruş sayısı bazen 8 bine çıkıyor. Cem Erciyes, Erkan Aktuğ ve Derviş Şentekin üçlüsü zaman zaman sızlanıyorlar ama “Neyse parasını veririm” diyerek, sonuçta durumu idare ettiriyorum. Radikal’in diğer gazetelerden farkına gelince; işin özgürlük kısmında bugüne kadar yazdığım hiçbir eleştiri yazısına (ki bu spor yazıları için de geçerli) karışılmadı, karışılmaz da (diye umuyorum). Zaten sinema son derece sübjektif bir alan, herkesin bir film karşısındaki eleştiri ve beğenileri farklı. Radikal’in asıl özelliği bence burada beliriyor; gazeteye kimliğini bu gerçeği bilen insanlar veriyor. Sağ olsun, bundan önceki patronum rahmetli Ercan Arıklı sinemadan anlardı ve filme de giderdi. Üstelik kendi beğendiği ama benim beğenmediğim, ya da tersi olan durumlarda “Yavrucum, sen de” diye başlar, kendi tezlerini bir güzel dayatırdı. Hoş adamdı elbet, en azından yazının okunduğunu ya da karşılıklı konuşabileceğin konuların olduğunu bilirdin. Radikal’de de sağ olsun İsmet Berkan, Erdal Güven, Erkan Aktuğ, Cem Erciyes’in dışında Cengiz Alkan, Timur Soykan, Erdal Erkasap, Cüneyt Muharremoğlu gibi arkadaşlarım da sinemayla ciddi ciddi ilgileniyor. Hatta bizim spor servisindeki Efkan Bucak’ın üniversitedeki lisans tezi Jim Carrey üzerineydi. Keza hınzır elemanımız Bener Onar sıkı sinemaseverdir. Stajyerimiz Burak Kuru bile izin günlerini sinema salonlarında heba edenlerdendir. Eski şefim Yiğiter Uluğ da çok iyi bir sinemaseverdir ve yeri gelmişken, ona karşı çok eski bir borcumu ödeyeyim. Yıllar önce 1990’da, meslek hayatımdaki ikinci yılımda Erkekçe’de çalışırken, bendeki sinema tutkusunun farkına varmış, servise gelen festival davetiyelerini toplayıp bana verdiği gibi 150 lira açıktan telif yazarak 15 filme gitmem için yardımcı bile olmuştu. Zaten Yiğiter gibilerin varlığına inanarak basının iyi bir yer olduğunu düşünmüş ve mimarlıktan vazgeçmenin de kötü bir şey olmadığına karar vermiştim, o zamanlar.

Sinema yazarlarının giderek çoğalmasına nasıl bakıyorsunuz? Sinema eleştirmenleri denildiğinde aklınıza kimler geliyor?
Sevgili dostum Mansur Forutan’ın FHM döneminde çalışırken yaptığı bir saptama vardı: “Lezzet Abi” derdi (lakabım budur), “Yılda 10 film çevriliyor, 30 eleştirmen var. Bu nasıl bir durumdur?” Şimdi sayımız 80’i buldu. Ben bu işin “Aksi ihtiyar” kısmındayım. SİYAD’a (Sinema Yazarları Derneği) üye olmak için en az iki yıl bir yerde yazmak gerekiyor (Tüzükte böyle bir madde var). Ama o yerde yazma yetkisini kim veriyor; o yerin yayın yönetmeni ya da editörü. Doğrusu bu yetkiyi verenlerin sinema bilgisi, görgüsü nedir? Burası muamma. Meslektaşlarım kırılmasın, gücenmesin ama benim gözümde sinema yazarı sayısı o kadar da çok değil. Sinema yazarı dediğin adamın hayata, sisteme, her bir şeye karşı fikri olacak. Ama bu fikir de “beğendim, beğenmedim”in ötesinde olacak. Tamam, çoğunda sinema tutkusu var ama bu tutku zaten günümüzdeki herkeste var. Sinema zaten en kolay tüketilebilir sanat (şöyle bir itirafta bulunayım, zaten bu ortamda kime soğuk duruyorsam biraz da yazarlık kimliğini ona yakıştırmadığımdandır). Bir de şöyle bir durum var. Mesela benim üniversiteden arkadaşlarım vardı, şimdi mimarlıkta iştigal ediyorlar ve artık o kadar da sinemayla ilgili değiller. Ama her biri zamanında, şimdi sinemayla ilgili görünen birçok yazar-çizerden daha bilgili, daha görgülü, daha sevdalı ve daha iyi analiz yeteneğine sahiptiler. Keza basın içinden örnek vereyim, mesela Elçin Yahşi birçok sinema yazarını cebinden çıkarır. Bütün sinema dergilerini, programlarını takip eder (yabancıları kastediyorum tabii ki), her şeyi bilir, her şeyden haberdardır ama sinema yazarı olmak gibi bir derdi yoktur. Biran önce sinema yazarı olmak sanki bana biraz da kimlik arayışının bir parçası gibi geliyor.

Eleştirmen dediğinizde kimler aklınıza geliyor sorusuna ise, kendi kuşağımın (burada çok isim var elbet, tek tek saymayalım; Murat’tı, Tunca’ydı, Mehmet’ti, Cumhur’du, bitmez) üyeleri ve ağabeylerim Atilla Dorsay’la Sungu Çapan geliyor. Genç kuşağın elbette yazdıklarına bakıyorum ama özellikle ne yazmışlar diye merak ettiğim biri yok. Mesela Şenay Aydemir’i özellikle takip ediyorum ama onu hem genç kuşak içine koymuyorum, hem de kendisi komşum, okumasam çok ayıp(!) olurdu. Nihal Bengisu’nun daha fazla sinema yazmasını istiyorum, keza mızmız eleştirmen tipinin en iyi örneklerinden biri olan Necati Sönmez’in de belgeselle uğraştığı kadar yazıyla da uğraşmasını isterdim. Neyse bazen Cüneyt Cebenoyan, Necati’nin yerini dolduruyor. Cüneyt her daim muhalif takılıyor, çok filmde aynı görüşü paylaşmasam da kendisini okumak büyük keyif. Zaten son zamanlarda (ki son beş yılımı kastediyorum) sinema yazınında en kayda değer keşif o. Bu arada sinema emekçisi olarak Olkan Özyurt’un adını da zikretmeliyim. Keza Elif Tunca da sanki tam yeşerirken budandı. Elif’in hayattaki zekâsını ve sempatisini yazılarına yansıtmaya ve üslubunu da oturtmaya başladığını düşünüyordum ki, çalıştığı gazeteden ayrıldı. Akademisyen dostum Ahmet Ilgaz da, gördüğü, konuştuğu, herkesten farklı olarak yakaladığı noktayı yazılarını yansıtma konusunda mesafe kat etme aşamasındayken aramızdan koptu. Ama Ahmet’in kendisini görsel olarak (yönetmenlik yani) ifade etme şansı var ve bu konuda bence çok başarılı.



Hem sinema hem futbol yazıyorsunuz. Erman Toroğlu ve Şansal Büyükaka gibi eleştirmenlere nasıl bakıyorsunuz?


Erman Toroğlu tuhaf bir kişilik. Dürüst, dobra, gördüğünü söyleyen cinsten ama bazen hayatın diğer alanlarına kayıyor ve mesele de buradan kaynaklanıyor. Burada da bilgi sahibi olmadığı konularda fetva vermeye başlıyor. Doğal olarak da saçmalıyor. Kadınlar, erkekler, hayat derken orduya, şöyle bir sallandıracaksın tadındaki yaklaşımlara kayıyor. Ama tabii ki bu ikilinin asıl yıldızı o. Şansal Büyüka, daha çok duvar pası yapmaya yarıyor. “Akil adam” portresi çiziyor ama bunlar çok manasız ve de gereksiz geliyor. Bir kere futbol konusunda orijinal değil, kendi kuşağının bildik klişelerini tekrarlıyor. Tersi olmayan şeyleri söylüyor. Klasik deyimiyle sistemin adamı. Açın bakın eski yazılarına, mesela Hiddink Türkiye’deyken neler yazmış, eskiden yaklaşımları neymiş, görürsünüz.



Medyada spor yazarlarını küçümseyen gazeteciler de var. Bu tip köşe yazarlarına nasıl bakıyorsunuz?


İşin küçümseme boyutunda ben de spor yazarlarını küçümsüyorum. Ama köşe yazarlarını da küçümsüyorum. Lakin verirseniz o köşeleri ve her gün yazın derseniz, bir gün sinema, diğer günlerde de en çok da futbolla dolar sütunlar. Bakın Reha Muhtar’a, sönen yıldızını şimdilerde futbol sayesinde parlatmaya çalışıyor. Bir de bütün o kötülükleri kendileri yaratmamışlar gibi, yaşlanınca hacca giden adam pozisyonuna soyunuyor ve her gün “etikti, ahlaktı” diye yazılar döşeniyorlar. Futbolla ilişkileri de, “Papermoon gazeteciliği” boyutunda. “Ben başkanı tanırım, ben Denizli’nin sofrasına otururum, geçen gün bilmem kimleydik.” Bütün yazı konuları bu. Türkiye’de futbol gerçek anlamda kitlelerin afyonu konumuna şimdi geldi. Üç buçuk takım etrafında dönen bir lig. Her yıl Manchester United türü bir galibiyetle avunan bir futbol düzeyi, onun dışında onlarca gazete ve ulusal televizyon ekranında üç büyükleri konuşan yorumcular. Bir de yerel televizyonlarda, onları taklit eden şehir gazetecileri var. Mesela bir zamanlar Bursa Olay TV’ye takılıyordum, orada da tıpkı İstanbul’un angaje spor yorumcuları gibi şehrin takımına, teknik direktörünü, futbolcusunu ve yöneticisine, benzer türden akıl verenler vardı. Arada bir de “Bizans medyası”na kızıp duruyorlardı.



Siz aynı zamanda mimarlık eğitim almış bir gazetecisiniz. Neden mimarlık yapmadınız?


Ben mimarlığın daha çok sanat tarihi, restorasyon gibi teorik kısmından hoşlanıyordum. Okumak, yazmak beni daha çok cezbediyordu. Zaten okulda da pano çıkarırdık, burada da spor ve sinema yazarları yazardım. Ayrıca iyi bir öğrenci değildim, hâlâ tek dersim var, bitirmek için dönem arkadaşlarımın dekan olmasını ve okul yönetimi ele geçirmelerini bekliyorum. Şaka bir yana, bana kalırsa İstanbul’un en güzel binasında (Taşkışla) okudum. Binanın hem kendisi, hem de konumu çok güzeldi. Sol gelenekten gelen ağabeylerimizle (ki ağabey dediğime bakmayın, bizden bir, iki bilemediniz üç dönem üsteydiler ve onlara isimleriyle hitap ederdik) bir tür süreli yayın çıkarır gibi toplantı yapar, tartışır, konuları paylaşır ve yazıp çizdiklerimizi okulda dev bir panoda sergilerdik. Hocalarımız da eski tipti ve her şeyden anlardı. Doğan Kuban’dan ve Erol Kulaksızoğlu’ndan hayat ve felsefe konusunda çok şey öğrenmiştim. Çelik hocamız Kaya Özgen bile kendi çapında muhteşem bir öğreticiydi. Mimarlık yapıyordum aslında. Aksaray’da bir büroda çalışıyordum. Ama yazmayı kafaya koymuştum. Bir ilan üzerine Erkekçe’ye başvurdum. Patronum yaz tatili dönüşünde 250 bin lira olan maaşımı 300’e çıkarıyordu ki ben, “Nihat Ağbi, ben artık gazetecilik yapacağım” dedim ve mimarlıktaki sekiz yıllık eğitim ve çalışma hayatımı noktaladım. Rahmetli Temel Özalak sayesinde Erkekçe’ye kabul edildim ve 150 bin liraya gazeteciliğe başladım. Daha sonra da yaklaşık bir buçuk yıllık Arkitekt dergisi maceram sırasında tekrar mimarlıkla haşır neşir oldum. Mimarlık hem zor, hem de onca girdisi çıktısı olan bir şey. Bir kere parayı başkası veriyor, sonra eserinizi inşa ederken mühendislik ve fizik kurallarıyla belediye yönetmelikleri devreye giriyor. Üstelik yapacağınız yapı, belli bir süre istiyor, ortaya çıkması için aylar, hatta yıllar geçmesi muhtemel. Ama yazı çizi işi daha kolay. Yazıyorsun, ertesi gün gazete, dergi hemen yayımlanıyor. Zaten fikirler izafi, bilimsellik desen yok. Bina gibi yıkılma tehlikesi, insanların hayatına mal olma endişesi yok. Statikçisi, elektrikçisi, ustabaşısı, amelesi, kalfası gibi muhatapları yok. Karda kıştası, güneştesi yok. “Ama tabii mimarlığın kalıcılığı bence daha önemli” diyecektim ama artık o cephede de sorunlar var, baksanıza Hayati Tabanlıoğlu’nun Cumhuriyet mimarisi için son derece önemli bir yapıtı olan AKM’nin yıkılması için köşe yazarları bütün o yüzeysel bilgileriyle uğraşıp duruyorlar. Valla bir İstanbullu, sadece geçmişte arkadaşlarıyla, sevgilileriyle, eşiyle dostuyla önünde buluştuğu için bile o binaya sahip çıkmalı ama köksüzlük o denli içimize işlemiş ki, “Yıkın, yerine daha muhteşemini yapın” gibi cahil cesareti isteyen cümleler kurmayı yeğliyoruz çoğu kez.



Futbol yazarlarının yüzeysel olanına bolca rastlıyoruz. Bu işi ciddiye alanların azlığını neye bağlıyorsunuz?


Geleneğe. “Bizim akrabanın işe yaramaz bir oğlu var, abi ne olur alın şunu spor servisine, bir baltaya sap olsun” döneminin ürünleri büyüdüler, spor gazetecisi, yorumcu oldular. Toplum da, 12 Eylül sonrası boşluğunu ve apolitikliğini, bu herkesin üzerinde fikir yürütebileceği basit oyunla doldurmayı tercih edince şimdiki tablo ortaya çıktı. Eskiden bir tek TRT vardı ve orada “yorumcu” diye bir kavram yoktu. Spikerler vardı. Şimdi, her kanal, geyikçisini arıyor ve buluyor da. Bakın eleştiri kriterlerine; kim oynamamışsa eleştiri onun üzerinden yürüyor. Genel eğilim 11 kişilik kadrolara 14 kişilik önerilerde bulunmak. Mesela Semih oynuyor, “Niye Güiza yok, alınırken o kadar para sayıldı” deniyor, Güiza oynuyor, “Semih gibi bir değer kenarda çürütülür mü?” deniliyor. Mustafa Denizli, sezonun ilk beş haftasında yerin dibine sokuluyordu, şimdi “Türk futbolunun en büyük değeri” diye manşetlere taşınıyor. Son Manchester maçında Rüştü Reçber’in kurtarışları övülürken, yıllar önceki 1-0 kazanılmış Fenerbahçe maçında da kaledeydi deniliyor. Ama aynı Rüştü’nün 6-2’lik Manchester hezimetinde kalede olduğundan bahsedilmiyor. Yani her şey uçlarda ve günün ortamına göre yaşanıyor. Fikirler kıymetsiz, cahilce. Çoğu o an yaratılmış. Zaten yazı kaliteleri yerlerde sürünüyor. “Sağdan yapılan ortaya kafayı vuran Bobo durumu 2-1’e getirdi” türünden ifadelerde köşeler doluyor. Takım kazandıysa “Helal olsun çocuklar”, yenildiyse “O formayı hak ettiğinizi mi sanıyorsunuz?” eleştirileri. Üstelik bunları yazanların çoğu, kendi dönemlerinde Avrupa kupalarında ikinci tur bile görmemiş eski futbolcular. 10-15 yıl önce ağzı açık izlediği Rijkaard’a futbolu öğretenleri mi ararsınız, “Burası Hollanda, burası La Liga değil, Türkiye’nin gerçekleri farklı diye” sen yolcusun, ben hancı diye ahkâm kesenleri mi?..


Bu işi ciddiye alanların azlığına gelince; bence en azından artık şimdilerde az değiller. Radikal Futbol ekolünün dışında Mehmet Demirkol, Uğur Meleke, Cem Dizdar, Mert Aydın, Kaan Bora, Hamit Turhan gibi sağduyulu genç kalemler, Attila Gökçe, Deniz Gökçe gibi sağduyulu ağabeylerimiz, NTVSpor’un Özgür Buzbaş, Onur Erdem -ki kendisi bizim servisin eski elemanıdır- gibi başarılı muhabirleri, “acetobalsamico” gibi her gün göz atılmayı hak eden bloglar, çoğu Bağış Erten’in ortaya çıkarıp değerlendirdiği Eurosport’un genç ve bilgi küpü spor sevdalıları, Cemal Ersen, Murat Ağca gibi haberciler… Kısacası, bu işi ciddiye alanlar o kadar da az değil. Ben işin spor kısmında yaklaşık yedi yıldan beri varım. Bu kadar kısa bir zaman diliminde bile bir maça gittiğinizde konuşup derinden muhabbete girebileceğiniz kişi sayısı çoğalmaya başladı. Bu bile bence bir gelişmeye işaret.



Kedilerle aranızın iyi olduğunu biliyoruz. Biraz pisiciklerinden bahseder misin? Kediler bir nevi terapistmiş. Senin kedilerinin bu özelliği var mı?


Valla evde üç, bahçede ise 33 kedi var. Evdekiler tabii ki farklı. İki tanesini hayat arkadaşım getirdi, biri de 10-15 günlükken annesi tarafından sokağa bırakılmıştı, adeta bir çocuk gibi büyüttük. Sabahları bizi erkenden kaldırdı, sızlandı, biberonla süt içirdik, çarpık çurpuk yürüyordu ve veteriner, “Çok umut bağlamayın, böyleleri yaşamaz, üzülürsünüz” dedi. Ama öyle bir yaşama tutkusu, hayata bağlanışı vardı ki büyüdü, şimdi koskoca adam oldu. Bu “terapistmiş, şöyleymiş, böyleymiş” türü şeyleri, abartılı entel geyikleri olarak gördüm hep. İşin doğrusu terapist gibi olan taraf hep ben oldum hayatım boyunca. Bu noktada da kedilere bile terapistlik yaparım. Doğrusu, çocukça bir fantezi ama gerçekten de onların konuşması isterdim. Çünkü mesela evdekilerin hepsinin ayrı bir karakteri var ve hepsi de başka başka şeyler anlatmaya çalışıyor. Biri çok anaç, biri kalender, diğeri serseri ve hepsi de günün sonunda bir şeyler mırıldanıyorlar. Üstüne üstlük bahçedekiler bile bir şeyler anlatma derdindeler. Mesela eve sonradan dahil olan (ismi Şeker) geçen gün evden firar etti, iki gün yemeden içmeden kesildik ve üstelik kendisinden de umudu kestik. Ama ertesi günün sonunda, kir pas içinde sallana sallana geri döndü. İki gün kendine gelemedi, bol bol uyudu ve nihayetinde yeniden eski, serseri ruhuna kavuştu. Onlarsız hayatımız çok daha renksiz ve sıkıcı olurdu diye düşünüyorum.



Son olarak eklemek istedikleriniz?


Yakın dostum Mansur Forutan’ın, yazmayarak paslandığını düşünüyorum. Hoş, “Bizi Bozmaz” adlı bir blogu var ama ben eninde sonunda eski tip, muhafazakâr bir adamım. Tuvalete girdiğimde elinde okuyacak bir şey olmalı, dolayısıyla laptoptu, internetti, en azından şimdilik çok da sıcak baktığım mecralar değil. Hâlâ yazılı kağıt parçalarından yanayım. Mansur’un muhteşem yazdığını düşünmüyorum ama o da kedilerim gibi hayatımda önemli bir renkti. Bazen tek bir cümleyle her şeyi anlatan, ifade eden bir üslubu var. Tembeldir, zora gelmez ama zekidir. Dolayısıyla zekâsını tekrar, Çetin Altan’ın deyimiyle eninde sonunda balık sarılan kâğıt parçalarının üzerinde görmek isterim.




SAYIM ÇINAR


sayimc@superonline.com

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin