SIRRI SÜREYYA ÖNDER / RADİKAL
Faşizm çok ayıp bir şeydir
'Bu yazıyı, kızınız 'Babama nasıl kalleş dersiniz' diye sormuş kabul edip yazdım.'
Sayın Özkök, benim Ahmet Kaya’ya yaptıklarınızı ‘kalleşlik’
olarak nitelememe hislenmişsiniz. İsmimi anıp anmama
kararsızlığınız sürerken birdenbire ‘Süreyya Kardeş’iniz
oluvermişim. Bana, medyada daha büyük bir iktidarım olsa ne tür
manşetler atacağımı sormuşsunuz. Sorunuzun cevabı yazımın
başlığındadır.
Curzio Malaparte
Sayın Özkök, size, aslen İtalyan olan bir gazeteciden bahsetmek
istiyorum. Gazetecinin adı Curzio Malaparte.
Gençliğinde faşist partiye üye olmuş fakat insanlığı ağır basınca
yazıları sansürlenmiş, ev hapsine alınmış, sürgün edilmiştir.
1941’de Rus cephesinin açılmasıyla birlikte, inşallah oralarda ölür
umuduyla, teğmen rütbesi ve savaş muhabirliği göreviyle bölgeye
gönderilmiştir. Ancak yazılarının yarattığı rahatsızlık, Hitler’in
kulağına kadar gitmiş ve Ukrayna’da tutuklanmıştır. Malaparte,
yazdıklarını gizlice İtalya’ya sokarak savaşın korkunçluğu üzerine
tarih boyunca yazılmış en iyi eserleri bizlere miras
bırakmıştır.
Ülkemizde Kuzey Yayınları’ndan çıkan ‘Kaputt’ adlı anlatısının bir
bölümünü kısaltarak aşağıya alıyorum.
“1941 yılı sonbaharında Ukrayna’da Poltawa yakınındaydım. Bölgede
partizanlar kaynaşıyordu. Bir gün, bir Alman subayı topçu
konvoyunun başında bir köye girdi. Köyde tek bir canlı yoktu, evler
çoktan terk edilmiş gibi görünüyordu...
Atların nal sesleri hemen hemen uzaklaşmış, ovanın çamuru içinde
boğulmuştu ki birden bir kurşun vızladı ‘Halt!’ diye bağırdı subay.
Kafile yine durdu, kuyruktaki batarya yine köy üzerine ateşe
başladı...
Cam gözler masumun kalbini göremez
Subay yüksek sesle saymaya başladı: ‘Dört, beş, altı. Bir tek
tüfeğin ateşi bu. Köyde sadece bir kişi var.’ O anda bir gölge,
elleri havada koşarak kara duman bulutundan sıyrıldı, askerler
partizanı yakaladılar, iterek subayın önüne getirdiler. Subay
eğerinin üstünden eğilip partizana baktı: ‘Ein kind’ (Bir çocuk)
dedi alçak sesle. En fazla on yaşında bir çocuktu bu. Zayıftı,
acınacak haldeydi. Elbisesi paramparça, yüzü kapkaraydı. Saçları
kavrulmuş, elleri yanmıştı. Ein kind!
Bir ara subay, çocuğun önünde durup, uzun uzun ve sessizce yüzüne
baktı ve sıkıntı dolu bir sesle:
‘Dinle!’ dedi. ‘Sana kötülük etmek istemiyorum. Benim işim bacak
kadar çocuklarla savaşmak
değil. Lieber gott! Savaşı ben icat etmedim ki?’
Bir süre sustu, sonra insana garip gelen bir yumuşaklıkla
sordu:
‘Bak, benim bir gözüm camdır. Asıl gözümün hangisi olduğu kolay
anlaşılmaz. Hemen, hiç düşünmeden hangi gözümün cam olduğunu
söyleyebilirsen serbest bırakırım seni.’
Çocuk hiç tereddüt etmedi:
- Sol göz, dedi.
- Nasıl bildin?
- Çünkü ikisinden, soldaki daha insan gibi bakıyor.”
10 yaşın cesareti
Sayın Özkök, Nazi subayının ettiği “Savaşı ben icat etmedim ki”
lafı size bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Peki çocuğun akıbetini
merak ediyor musunuz? Sizce Nazi subayı, bu muhteşem cevap
karşısında çocuğun yanağını okşayıp gözlerinden öpmüş olabilir
mi?
Çocuğun hazin sonunu daha ilk satırda tahmin ettiğinizi
düşünüyorum. 10 yaş masumluğunda ve çaresizliğinde birçok insana
sadece cam gözlerinizle baktınız çünkü.
Sizinle kişisel bir hesabım olamaz. Sadece yaygın bir yanlışın en
kristalize olmuş halisiniz ve sadece bundan dolayı yazımın konusu
oldunuz. Sizde olmayıp bizde olan en önemli şey, 10 yaşındaki bir
çocuğun cesaretidir. Bu cesaret bizleri öldürdü, siz cam
gözlerinizle kibir saçmaya devam ediyorsunuz hâlâ.
Kardeşlik gereği
Size bir ‘kardeş’iniz olarak gerçekten kardeşçe bir şeyler
söyleyerek bitirmek istiyorum.
Siz bir röportajınızda en büyük korkunuzu, tekrar Dışkapı-Çinçin
dolmuşlarına binmek zorunda kalmak olarak tarif etmişsiniz. İktidar
ve güç tapınıcılığının böyle marazi yan tesirleri vardır. Ruh
hallerimizdeki temel fark da budur. Biz ekmeksiz kaldığımızda,
sofrasına bizim için fazladan bir tabak koyabilecek yüzlerce yoksul
hane buluruz. Siz ekmeksiz kaldığınızda, eline ekmek verdiğiniz
insanlar da dahil olmak üzere, ikram edilecek bir bardak çay
bulamazsınız.
Kibri ve korkularınızı bir kenara koyup içtenlikle özür dilemeyi
düşünün derim. Ben bu yazıyı, sanki siz değil de kızınız “Babama
nasıl kalleş dersiniz” diye sormuş
kabul ederek yazdım. Siz mesela Ahmet’in kızı Melis’in gözlerinin
içine bakarak yazdığınız şeyleri tekrar edebilir misiniz?
***ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN O YAZISI*****
Eski bir sohbeti tekrar okurken
İKİ hafta önce Almanya'nın Essen kentinde konuşma yapıyordum.
Salonun arkasından 6-7 kişilik bir grup ellerinde pankartlarla ayağa kalkıp beni protesto etmeye başladı.
Pankartlarda “Way Şerefsiz” yazıyordu.
Türk Kitapları Haftası'nı düzenleyenler, göstericilere müdahale
etmek istedi.
“Bırakın, haklarıdır, istediklerini söylesinler” dedim.
Nitekim iki-üç dakika slogan attılar ve sonra salondan
çıktılar.
Toplantı sonunda yöneticiler arabayı arka kapıya getirttiler.
Aynı göstericiler çıkışta beni bekliyormuş.
Herhalde nahoş bir olay olmasından çekindiler.
* * *
Tahmin etmişsinizdir.
Konu Hürriyet'in Ahmet Kaya hakkında attığı manşetle ilgiliydi.
Ben o manşeti atma hakkını kendimde gördüğüme göre, başka
insanların da beni eleştirmek hakkıdır.
Hepsini saygıyla karşılarım.
Dün Radikal Gazetesi'nde Eyüp Can'ın Ahmet Kaya ile yaptığı son
mülakatı okudum.
O mülakatı unutmuşum. Ama çok beğendim.
Ahmet Kaya'nın söylediklerini de çok sıcak, çok samimi buldum.
Eyüp Can, o mülakatı “Zaman” Gazetesi'nde yayınladıklarında çok
tepki aldığını söylüyor. Kendisine “O hainle nasıl mülakat
yaparsın” diyen okurları çıkmış.
Demek ki o günlerde “Zamanın ruhu” farklıymış
* * *
Mülakatta Ahmet Kaya'nın söylediği birkaç cümle dikkatimi
çekti.
Hürriyet'te yayınlanan fotoğraflar için hep “Sahte” denmişti.
Oysa Ahmet Kaya, “İki tane konser fotoğrafı çekip aslı çarpıtılan
iki cümleden yola çıkarak bir insanın hayatına kıyılabilir mi” diye
soruyor.
Demek ki fotoğrafların konserde çekildiğini kendisi de kabul
ediyor.
Gelelim “Şerefsiz” tartışmasına.
“Hain, şerefsiz, dönek, liboş” gibi sıfatlar benim lügatimde
yoktur.
Hürriyet'te yayınlanan habere göre Kaya, “Yeni aldığım arabamı
Türkiye'de, şerefsizlerin memleketinde bıraktım” demişti.
Ahmet Kaya ise “Üç tane şerefsiz yüzünden ülkemde arabama
binemedim” dediğini söylüyor.
Tabii ki ikisi arasında fark var. Haber önüme o şekliyle gelmişti.
Hâlâ da aksini ispat eden bir bilgiye sahip değilim.
Neticede Ahmet Kaya da başka bazı insanlar hakkında “Şerefsiz”
sıfatını kullanma hakkını kendinde görüyormuş.
Ama bakın Eyüp Can'ın o mülakatının yayınlandığı sayfadan üç sayfa
sonra bir yazar, Magazin Gazetecileri Derneği'nin gecesinde Ahmet
Kaya'ya tepki gösterenler için ne diyor:
“Çatal bıçak fırlatırken köpüklü ağızlarıyla hamasi marşlar
söyleyen herkes, Hazreti İsa'yı öldürmeye gelen askerlere öperek
işaret eden Yehuda'dır.”
Peki o manşeti atan Hürriyet'in yöneticileri için ne diyor:
“Kinlerini kusan kalleşler...”
Söyler misin Süreyya kardeş; senin eline biraz daha medya gücü
verselerdi, bizler için acaba daha ne manşetler atardın?
Dönüyorum Eyüp Can'ın mülakatına.
Ahmet Kaya, onu savunduğunu iddia eden kişilerden çok daha
insaflıymış. Bakın ne diyor:
“Ben bir suç işlemedim ama her insan gibi hatalarım var. Üslupta
bir yanlışlık yapmış olabilirim. Ne yapayım yani mizacım sert.
Yanlış anlaşılıyorum.”
* * *
“Zamanın ruhu” diye bir şey var.
O günler Abdullah Öcalan'ın “Bebek katili” diye anıldığı
yıllardı.
Her gün bir yerlerden köy baskınları, katledilen çoluk çocuk, kadın
fotoğrafları geliyordu.
Hançereler gerilmişti.
Aynı topraklardanız. Demek ki bizim de mizacımız sertmiş; bizim de
üslupta hatalarımız olmuş.
Elbette bugünkü gibi olsa, o manşetler atılmazdı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Paris'te Yılmaz Güney ve
Ahmet Kaya'nın mezarlarını ziyaret edecekmiş.
Bütün kalbimle söylüyorum, çok güzel bir şey yapıyor.
Kendisini samimi olarak kutluyorum.
Acı günlerdi, belalı günlerdi.
İnşallah yavaş yavaş aşıyoruz.
Hepimiz dersler çıkarıyor, bohçamızı temizlemeye çalışıyoruz.
Ama iki gözüm nedense, şu günlerde yapılanlara da takılıyor.
Merak ediyorum.
Dün arifeydi.
Acaba kaç kişi Kuddusi Okkır'ın mezarına iki çiçek koyup, Fatiha
okudu.
Manşetlerden infaz edilip de onuru yüzünden kafasına kurşunu sıkıp
giden Yarbay'ın mezarına, ailesi dışında giden oldu mu?
Daha kanı kurumadan yalan olduğu ortaya çıkan o manşetler hakkında
bugüne kadar tek satır okumadım.
Ne yapalım bir 10 yıl da onlar için bekleriz.
Sonunda hayat her şeyi, herkesi yerli yerine oturtuyor.
Hepinizin bayramını kutluyorum.