Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu'da filmlerinin yanı sıra, son olarak Venedik Film Festivali'nde Genç Aslan ödülü kazanan Küf filminde de rol alan Ercan Kesal, Radikal'de köşe yazmaya başladı. Kesal'ın ilk yazısı bugün Radikal'de yayınlandı. Kesal, aynı zamanda Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu'da filminin senaryolarına da imza attı.
ERCAN KESAL / RADİKAL
Üç Tarzı Hakikat ve Biz
Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek... Hekimlik başka mesleğe benzemez. Anadolu insanı “Hekime ayıp yoktur” der. Hasta, kapıdan içeri girer ve tüm çıplaklığıyla anlatıverir her şeyi size. Kocasına ya da karısına dahi göstermediği en mahrem yerini açıverir. Kimselere söyleyemediği bir sırrı, hiç çekinmeksizin, sıradan bir şeyden söz eder gibi anlatır. Öylece kalırsınız, artık onun sırdaşı, arkadaşı, akrabası olur çıkarsınız.
Sıradan bir günde karın ağrısı şikâyetiyle gelen çelimsiz, saz benizli, küçücük bir kadını muayene etmek için divana yatırdığınızda, karnını kalın bir bez kuşakla defalarca sarıp, sıkıştırarak hamileliğini gizlemeye çalıştığını ama artık o gün doğumun başladığını görürsünüz. Kuzeni olan bıçkın taksici biraz da zorla ilişkiye girmiş ve küçük kadın dokuz ay boyunca karnını sıkıca sardığı kuşaklarla hamilelikle baş etmeye çalışmıştır. Siz olsanız ne yaparsınız? Divanda ince, küçük elleriyle bileğinize yapışıp: “Kurbanın oluyum doktor bey, abim dışarıda oturuyor, ona bi şey söyleme, beni öldürür” dediğinde, siz çoktan, sonucunu kestiremeyeceğiniz hikâyenin bir parçası olmuşsunuzdur.
Hikayenin sonu: Bebek oğlan oldu, doğumu gizlice tıp merkezinin
ebesine, ebenin evinde yaptırdım. Kız ve abisi memleketlerine
gittiler. Gerisini bilmiyorum. Bildiğim bir şey var: Ebe hanıma
şart koşmuştum, oğlanın adını “Ercan” koydurdum. Kara gözlü, süt
kokulu masum bir oğlanın, çok bahtsız ve hiç adil olmayan bir
başlangıç yaptığı hayat yolculuğunda ona ismimden başka verecek
hiçbir şeyim yoktu.
İKİ
Tıp merkezinde taze bir pazartesi günü. Çıtır beyaz önlüğünüzle
kapıdan girecek yeni hastanızı bekliyorsunuz. Kapı açılır. Ucuz
takım elbisesinin içinde ufalıp, kaybolmuş bir taze damat girer.
Belli ki uykusuz bir gece geçirmiş. Pantolonun bir paçası çorabın
içinde, farkında değil. Hemen yanında ‘gelin çantasını’ kınalı
elleriyle sıkıca kavramış bir genç kadın. Onları sabah sabah size
getirense, kliniğin alt katındaki ayakkabıcı amcaları. Amcanın
derdi, ‘kanlı çarşaf’. Cumartesi gününden beri istenen olmamış.
Sebep ‘vaginismus’. Kimsenin beklemeye tahammülü yok. Önce taze
damada anlatırsınız, eşine nasıl yaklaşacağını, onu nasıl
soyacağını, nasıl öpeceğini, özenle kelimeleri seçerek. Sonra gelin
kıza. İşin tuhafı onlara tarif ettiğiniz “ideal ilişki”yi
anlatırken bu kez kendi ilişki biçiminizle yüzleşir ve kendinizden
utanırsınız.
Uzun yıllar cezaevinde kalmış bir arkadaşınız, işadamı kimliğiyle
hayatı yeni baştan kurmaya çalışmaktadır. Bir kadına âşık olmuştur,
ama kocası olan. Kadının eşi de benzer şeyler yaşamış başka bir
kaybeden. Gizli bir ilişki başlar. Bir süre sonra kadın hamile
kalır ve doğurur. Kadın, arkadaşınıza çocuğun babasının o olduğunu
söyler. Arkadaşınız için buna inanıp inanmamak arasında gidip gelen
bir yolculuk başlar. DNA testi yaptırıp, bu kuşkudan kurtulmasını
önerdiğinizde verdiği yanıtsa, psikolojinin insan ruhuna dair daha
çok işinin olduğunun bir kanıtıdır: “Böyle daha iyi be doktor. DNA
sonucunu kaldıramam ki. Çocuk büyüdükçe ve çehresi değiştikçe
sürekli kendime benzetiyorum. Sanki onu her gördüğümde kendimi de,
onu da yeniden keşfediyorum. Acayip bir duygu bu, böyle daha
iyi”.
ÜÇ
Kadın doğum uzmanı bir arkadaşınıza, uzun
zamandır torun bekleyen tanıdığınız bir ailenin biricik oğlunun
hamile eşini, gebelik takibi için gönderirsiniz. Her şey yolunda
gitmektedir. Ultrason sonuçları, kan tetkikleri... Doğum günü
gelir. Ultrasonda her şeyi normal gözüken bebeğin bir bacağı
dizinden, diğeri ise kalçasından itibaren yoktur. Kongenital
anomali yani. Aile sakat çocuğunu kucağına alır, gider. Bir kaç gün
sonra da anne ve baba kucaklarında “Emre” bebekle sizi ziyarete
gelir. Hiçbir şey konuşulmaz. Anne çocuğu emzirmek için yan odaya
geçtiğinde baba yerinden kalkarak sarılır boynunuza. Birlikte
sessizce ağlarsınız. Ona kendi hikâyenizi anlatırsınız. Eşiniz
hamile kaldığında meslektaşlarınız 4. aydaki ultrason tetkikine
göre mutlaka kürtaj yapılmasını söylemişlerdir. O gün eşinizle
birbirinize ağlayarak sarılmış ve ne olursa olsun çocuğunuzun
doğumunu beklemeye karar vermişsinizdir. 5 ay sonra delici
bakışlarıyla “Poyraz” sapasağlam kucağınızdadır. “Emre” için eksik
kalan söz, “Poyraz” için gereksizce söylenmiştir.
Gece yarısı nöbetin ortasında uyku ile uyanıklık arasında
beklerken, 50-60 yaşlarında sessiz bir amca gelir. Yakın zamanda
başlayan ve bir türlü kesilmeyen öksürükler. Muayene, akciğer filmi
derken, akciğerdeki tümörü fark edersiniz. Uygun cümleleri seçip
nasıl söyleyeceksiniz? Daha ikinci cümlede insanın içini ürperten
bir sakinlikle sorar: “Sen sıkılma doktor bey, söyle, ne kadar daha
yaşarım?” Poliklinik odasının yarım açık kapısını tam kapatır,
sohbeti derinleştirirsiniz. Amca, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda mezar
kazıcısıdır. Emekliliği gelmiş de zamlı maaş için yıl sonunu
beklemekte. O sohbetten aklınızda çivi gibi şu cümleler kalır: “Bu
dünya kime baki kalmış ki doktor bey… Ben bu ellerle kimleri
toprağın altına koydum bilir misin? Ünlü, ünsüz, fakir, zengin. Kim
gelirse aklına, sor. Hepsini de ben yerleştirdim mezara. Korkar,
çekinir yakınları. İnemezler mezarın içine. Ama ben hep ordayım.
Alırım kucağıma, yatırırım yerine. Onun için beni mezarla, ölümle
korkutamazsın… Çekinme söyle, ne kadar kaldı?”
BİZ
Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu
zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek… Bu yüzden, bu
kadar kalınlaştı derimiz. Bu yüzden dipsiz bir kuyuya dönmüş
içimiz. Gebeliğini kalın bir bez kuşakla sarıp saklayan küçük kadın
gibi, gövdesinden başka sunacak hiçbir şeyi olmayan genç insanların
çaresizliği üzerinden yapılan siyasetimiz; kızının kalbindeki
değil, çarşafındaki kanına bakan adamlar gibi yaşayıp, komşusuna
verdiği ‘ileri demokrasi’ akıllarından kendi nasiplenmemiş riya
dolu düzenimiz; ve elbette meseleleri kökünden çözmek yerine, onun
büyümesini seyrederek aldığımız ölümcül hazla sarhoş biz.
Merhaba.