Kitaptan bazı bölümleri Taraf gazetesi yayımladı. İşte Orhan Pamuk'un kaleminden o bölümler:
Zaten Schiller'in "Saf ve Düşünceli Şiir Üzerine" başlıklı ünlü
yazısı, bir noktadan sonra yalnız şiir üzerine ve genel anlamıyla
sanat ve edebiyat üzerine olmaktan çıkıp, insan tipleri üzerine
genel bir felsefi metne dönüşür. Metnin hem felsefi hem psikolojik
bir niteliğe kavuştuğu bu noktada, arkasında yatan kişisel
dürtüleri görmeyi severim: Schiller "İki türlü insan tipi vardır,"
derken, Alman edebiyatı tarihçilerine göre, "Goethe gibi saf
olanlar ve benim gibi düşünceli olanlar!" da demek istemektedir.
Schiller, Goethe'nin yalnız şair olarak değil, insan olarak da
rahatlığına, doğallığına, bencilliğine, kendine güvenine,
aristokrat ruhuna, büyük parlak düşünceleri zahmetsizce bulup
söyleyivermesine, kendisi olabilmesine, basitliğine,
alçakgönüllülüğüne ve dehasına ve bütün bunları tıpkı bir çocuk
gibi hiç fark etmemesine imreniyordu. Oysa kendisi, Goethe'ye göre
daha düşünceli, entelektüel, edebi faaliyetinde daha karmaşık ve
dertli, kullandığı edebi yöntemlerin çok daha farkında ve bunlar
konusunda sorularla, kararsızlıklarla ve güvensizliklerle doluydu.
Ve bu ruh hallerinin daha "modern" olduğunu da hissediyordu.
Bundan otuz yıl önce "Saf ve Duygusal Şiir Üzerine"yi okurken,
tıpkı Goethe'ye öfkelenen Schiller gibi, benden önceki kuşak Türk
romancıların saflığından, çocuksuluğundan, romanlannı İtolayhkla
yazıverip üslup ve teknik sorunlarla hiç dertlenmemelerinden
şikâyet ederdim. Ama "saf" bulduğum (gitgide bu kelimeyiolumsuz
anlamda kullanıyorum) yalnız onlar değil, 19. yüzyıl Balzac
romanını doğal bir şey olarak görüp, onu hiç sorgulamadan kabul
eden dünyanın bütün romancılarıydı. Şimdi, otuz beş yıllık
romancılık serüveninden sonra, içimdeki saf romancı ile düşünceli
romancı arasında bir denge bulduğuma kendimi inandırmaya
çalışırken, bu konuyu, hangi şairin daha "saf" ve hangi romancının
daha "düşünceli" olduğu tartışmasını hâlâ çekici buluyorum. Ben ilk
roman yazmaya başladığım 1970'lerin ortasında, Ahmet Hamdi Tanpınar
ve Oğuz Atay gibi romancıları "düşünceli" oldukları için de
severdim. Bu yazarları yalnız anlattıkları insan deneyimi ile
değil, anlatım yolları ile de aşırı dertlendiklerini gördükçe
memnun olurdum. Konu, modern Türkiye ya daİstanbul'da hayat olduğu
kadar; bu hayatı en uygun nasıl dile getirebileceğimizdi. öte
yandan köy romancılarınn, anlattıkları çarpıcı hikâyelerden
aldıklan bir güçleri vardı. Köy romancıları
kelimelerinin,üsluplarının gerçeği dile getirmeye yeterli olup
olmadığını, kimin için hangi bakış açısıyla yazdıklarını hiç dert
etmiyorlar, bu güven de onlara bir güç veriyordu. Ama saf ve
iyimser romancıyla düşünceli romancıyı birbirinden ayıran şey,
1970'lerde Türkiye'de sürekli vurgulanan kır-şehir ayrımı da
değildir. Hayatının çoğu Manisa'da geçmiş Yusuf Atılgan, Anayurt
Oteli'nde son derece "düşünceli" bir tutumla hikâyesini anlatırken,
köy romanlannın ilk örneklerinden Yaban'ın yazan Yakup Kadri
Karaosmanoğlu'nun İstanbul'da geçen bütün romanlan, "saf" bir
yazarın dünyasını hissettirir bize.
Romanlann tasvir ettiği dünyadan söz ederken, manzara benzetmesini
kullandım. Roman okurken de, tıpkı araba kullanırken
yaptığı işlemlere dikkat etmeyen sürücüler gibi, bazılarımızın
kafamızın yaptığı şeylere dikkat etmediğini söyledim. Saf romancı
ve saf okur,araba manzarada ilerlerken, pencereden görülen
memleketi tanıdığma, insanları anladığına içtenlikle inanan biri
gibidir. Arabanın penceresinden gözüken manzaranın gücüne inandığı
için de, manzara hakkında, insanlar hakkında konuşmaya ve düşünceli
romancıyı kıskandıracak kuvvetli şeyler söylemeye başlayabilir.
Düşünceli romancı ise, arabanın penceresinden gözüken manzaranın
sınırlı olduğunu, zaten ön camın çamurlu olduğunu söyler çoğunlukla
ve ya Beckett tarzı bir suskunluğa sürüklenir ya da benim gîbi ve
başka pek çok günümüz edebi romancısı gibi, arabanın direksiyonunu,
düğmaterini, çamurlu camını, viteslerini de manzaranın bir parçası
olarak resmeder ki, gördüklerimizin, romanın görüş açısıyla sınırlı
olduğunu hiç unutmayalım. Benzetmenin cazibesine kapılmadan önce,
hepimizin roman okurken kafamızda yaptığı işlemlerin en
önemlilerini dikkatle sıralayalım. Roman okumak bu işlemleri
yapmaktır, ama ancak düşünceli romancılar bu işlemleri fark edip,
onların ayrıntılı bir dökümünü yapabilirler. Bu işlemler, romanın
da aslında ne olduğunu (bilip de unuttuğumuz bir şeyi) bize
hatırlatacak.