Oray EĞİN / AKŞAM
Bu hazineye sahip
çıkalım
Lütfi Özkök’ün Stockholm’ün biraz dışındaki evinin bir odasında
binlerce dia, negatif ayrı ayrı dosyalanmış, çekmecelere ayrılmış
duruyor. Onlara baskılar, gazete kupürleri, fotoğraflar eşlik
ediyor. Özkök’ün karanlık odası da aynı yerde. Bu sene, epeydir
kullanmadığı karanlık odaya Orhan Pamuk için girdi. Stockholm’deki
Nobel Kütüphanesi’nin üst katındaki daimi sergisi için 2006’nın
edebiyat galibinin de bir kare fotoğrafının asılması için. Nobel
dendi akla Lütfi Özkök geliyor zaten.
Özkök, Orhan Pamuk’u 1995 yılında Rotterdam’da çekmiş. Paranoyak, utangaç, biraz da ilk bakışta ürkütücü bir portre. Tam da Orhan Pamuk’un kendisi. Hafif çekingen. Tek bir kareden pek çok anlam çıkarmak mümkün: Arkada bir park var, galiba kolunu bir bankın üstüne dayamış, saçlar her zamanki gibi dağınık, gözlük çerçevesi adeta ona yakışmasın diye seçilmiş. Üzerinde yine eski bir ceket var; alelacele giyilmiş gibi...
Tüm bu sıradanlığa rağmen de öylesine büyüleci bir kare ki...
Roland Barthes, “Camera Lucida”da fotoğrafa merakının Napoleon’un en küçük kardeşi Jerome’un 1852’de çekilmiş bir resmini görmesiyle başladığını anlatıyor: “O anda hiç azaltamadığım bir hayretle ‘Bunlar İmparator’a bakan gözler’ diye düşündüm. Ama hiç kimse bu heyecanımı paylaşmıyordu, hatta anlamıyorlardı bile. Hayat böyle küçük yalnızlık kırıntılarından ibarettir...”
Lütfi Özkök’ün Orhan Pamuk karesine baktığımda benim de içimde Barthes’in içindekine benzer bir hayret uyanıyor: “Bunlar Nobel alan bir yazarın gözleri...”
NOBEL VİZESİ
Sadece Pamuk da değil üstelik... Bir aralar Stockholm’de “Nobel vizesinin Özkök’ten geçtiği” konuşulurdu; bugüne kadar Nobel alan yazarlardan 34’ünü ödülden çok önce fotoğraflamayı başarmıştı o. “O kimi çekerse Nobel alır” derlerdi. “Lütfi, neden Yaşar Kemal’in ödülünü engelliyorsun?” bile soranlar olurmuş ona...
Masamın üstünde bu efsaneye katkıda bulunacak bir kitap duruyor şimdi: “Lütfi Özkök Objektifinden Nobel Ödüllü Edebiyatçılar.”
Son Stockholm seyahatimizde, Dünya Kitapları’ndan Feridun Andaç son düzeltmeleri Özkök’le beraber yapmıştı. Kitap nihayet yayımlandı, Cumartesi günü ilk kez duyuran da Hürriyet’ten Doğan Hızlan’dı. Stockholm’de beraberdik. O da Andaç’la beraber Özkök’ü ziyaretine gitmiş, bana kitap çıktığında ilk kez kendisinin yazmak istediğini söylemişti...
Özkök, kitapta Andaç’a Nobel efsaneleriyle ilgili “Hem kısmet açar hem de kapatır” diyor. İlerleyen sayfalarda Günter Grass’tan William Golding’e, Naipaul’a ve de dünyaca ünlü Samuel Beckett portresine kadar “Nobel’i alan yazarların gözleri” insanı heyecanlandırıyor: Hep kendi yarattığı fırsatlar, hep kendi çabalarıyla basılan deklanşörler... Kim bilir, arşivinde daha Nobel alacak kaç yazar var...
Aslında, Özkök’ün fotoğraflarının büyüsü biraz da Muhsin Ertuğrul’un tarifinde yatıyor: “Bunları çeken şair olmalı.” Lütfi Özkök de kendisini hep “fotoğraf çeken bir şair” olarak tanımlıyor zaten.
Hakkında söylenecek çok söz var aslında; her fotoğrafın da ayrı bir hikayesi. Bildiğim kadarıyla İsveç’te yaşayan gazeteci Osman İkiz de bu aralar bir Lütfi Özkök biyografi üzerinde çalışıyor.
Arşivini karıştırmama izin verdiği zamanlarda gördüğüm isimler benim için Nobel alan edebiyatçılar kadar şaşırtıcı: Iris Murdoch, Simone de Beauvoir, Pasolini, Miro, Kurt Vonnegut, az önce alıntı yaptığım Barthes sayabildiklerimden çok azı. Hepsi Özkök’e poz vermişler. Kimi karanlıkta, kimi tuvalette, kimi bir restoran ışığında, kimi evinde... Binlerce kare fotoğraf tarih demek.
ÖMER KOÇ’A MEKTUP
Ve yazık ki bu fotoğrafların kıymetinin Türkiye farkında değil. Oysa bugün Özkök’ün her gün telefonu çalıyor, Batı gazeteleri ondan resim istiyor. Geçtiğimiz yıllarda Apple bir reklam kampanyasında onun Beckett portresini kullanmıştı. Bir süre önce de SIPA Press bütün fotoğrafların haklarını alma girişiminde bulundu, ancak Özkök kabul etmedi. Bir süredir de İsveç Kültür Bakanlığı bu hazineye sahip olmak için girişimde bulunuyor, ama Özkök direniyor.
Özkök’ün direnmesinin anlaşılır bir sebebi var. Yaşı epey ilerlemiş olmasına rağmen, kendisi de maalesef yaşlandığını kabul ediyor. Eşi ve büyük aşkı Anne Marie’yi kaybettikten sonra pek az şeyle hayata tutunuyor. Kendisi dillendirmiyor ama, istiyor ki bu mirası hayatının büyük bölümünü geçirdiği İsveç’te kalmasın. Çünkü ruhu hâlâ İstanbul’da...
Özkök’ün mirasının Türkiye’ye getirilmesi gerekiyor. Türkiye’nin dünyada en çok tanınan bu sanatçısına sahip çıkması gerekiyor; İsveç bu hazineye sahip çıkarsa yazık olacak.
Bu iş için de ancak Ömer Koç gibi kendisi de fotoğrafa ve sanata meraklı insanların girişimciliği önemli. Bizzat onun bu hazinenin değerini anlayacağını düşünüyorum. Bu yazı aynı zamanda Ömer Koç’a da bir mektup olsun; belki dikkatini çeker ve bu kültür hazinesinin Türkiye’ye taşınması konusunda girişimci olur.