İşte Selin Babacan imzalı o röportaj:
‘İŞİNE SON VERİLECEK İNSAN KALMADI’
Kısa süre önce Milliyet gazetesindeki işine son verilen Nuray Mert’in bu ayrılığı medyada büyük yankı uyandırmış, yazdığı son yazı yüzünden bu kararın verildiğine dair haberler çıkmıştı. IMC TV’de yeni bir programa başlayan Mert ile ayrılık sürecini ve bugün medyanın geldiği noktayı konuştuk.
Milliyet gazetesiyle yollarınız nasıl
ayrıldı?
Bana yollarımızın ayrıldığı söylenmedi, sadece izne çıkmam telkin
edildi. Ben de kendilerinden açıklama yapmalarını rica ettim. Şu
ana kadar bir açıklama yapmadılar. Böyle bir durumda yazar daha
tepkisel davranabilir. Benim mizacım biliniyor. Açıklama yapsalar
bile ben bir şey söylemeyeceğim, üzerine çok konuşmam. Benim
NTV’deki programım da bitti ona bakarsanız. O çok daha tuhaf
koşullarda bitti. Milliyet konusunda kim benden ne yapmamı
istiyorsa onlar bunun gerekçesini anlatsınlar. Durumun ne olduğunu
ben de bilmiyorum ki, bana söylenen bu.
Son yazınız yayınlanmadı diye haberler
çıktı…
O yanlış. Son yazım yayınlanmadı değil, arkadaşlarımız yanlış
anlamışlar. Öyle bir şey olsa ben söylerim, öyle bir şey gizlenir
mi? Tam tersine, izin alacağı ibaresinden sonra yazı yazmadım. Bazı
arkadaşlar böyle tuhaf bir durum olduğu için ‘herhalde yazısı
yayınlanmadı’ dediler. Öyle bir şey olsa, ben o yazıyı mutlaka bir
yerde yayınlarım zaten. Çekineceğim bir şey yok takdir edersiniz
ki… Ciddi bir sansür de olduğu bilindiği için insanlar öyle
düşünüyor. Hürriyet’ten ayrılışım da aslında açıkça yapılmış bir
sansür yüzünden değil. Fakat ben bana dolaylı sansür yapıldığını
düşündüğüm için bırakmıştım. Kürt meselesiyle ilgili bir yazı
yazdım. Rahatsızlık uyandıracağını tahmin ettiğim bir şeydi.
Tesadüfen Ankara’daydım. Ankara baskısında arıyorum, bulamıyorum
yazımı. Sonra fark ettim ki arka sayfalarda iç tarafa adeta
gizlenerek yayınlanmış. Bunu tuhaf bir sansürleme yolu olarak
gördüm. O yüzden Hürriyet için yazamayacağımı söyledim. Zaten
Hürriyet’le çok doku uyuşmamım olabileceğini düşünmemiştim. Şimdiye
kadar yazdığım hiçbir gazetede hiçbir genel yayın yönetmeni ‘onu
yaz, bunu yazma’ demedi.
NTV’den ayrılışınız için neden ‘daha tuhaftı’
dediniz?
Başbakan’ın mitingde bana ‘namert’ demesinden sonra galiba, NTV’de
bir program yaptık. Ondan sonra seçim oldu. Bana programı bitirmek
için telefon ettiklerinde zaten yayın dönemi de bitiyordu. Böyle
bir dönemde haklı olarak medya grubunun kaygıları veya üslupları
gereğince her şey doğrudan müdahaleye dönüşmeden olup bitebilirdi.
O yüzden farklı dedim. Başbakanımız güç göstermeyi seviyor.
Karşısındakiler de bu güç gösterisinden çok ürküyorlar. Bana tuhaf
gelen oydu. İki hafta bile sabredilememiş olması ve bana telefonla
‘yapamayacağız programı’ denmesi gerçekten çok sert bir şeydi.
Tekrar bir yerde yazmayı düşünüyor musunuz?
Teklif geldi mi başka gazetelerden?
Hayır, bir süre düşünmüyorum. Eş dost gazetelerden teklif geldi,
sağ olsunlar. Bir süre sağlık nedeniyle biraz toparlanmam lazım. 12
yıl boyunca çok yorulmuşum. Yazı yazmama mâni değil tabii.
IMC TV’de çalışmayı neden kabul ettiniz?
Orayı bir platform olarak düşünüyorum. Teklif ettiklerinde de o
yüzden kabul ettim. Çünkü bir horoz dövüşü atmosferinde olan bir
şey değil. Teklifi haber sonrasında benim yorum yaptığım ve
istediğim gibi konuşabileceğim bir platform olduğu için de çok
sevinerek kabul ettim.
Sizce şu an medya hâlâ dördüncü kuvvet mi?
Tabii ki hayır. Ne zaman Türkiye’de medya dördüncü kuvvet olmuş?
Şimdi de yeni hegemonyanın, siyasi iktidarın denetiminde. Bu sefer
çok göstere göstere yapılıyor bu. İşin çok suyu çıktı. Suyu çıkan
başka bir dönem de 28 Şubat’tı. Bugün onu konuşuyoruz.
28 Şubat’ı konuştuğumuz bu süreci nasıl
yorumluyorsunuz?
Ben 2007’den bu yana darbeleri yargılamak adına olan bitene çok
iyimserlikle bakamıyorum. Ergenekon’un tartışılması da çok sorunlu
bir çerçevede gerçekleşiyor. Bazı adamların lüzumsuz yere
tutuklanmış olmasından, yargılamanın tutuklu yapılmasının
anlamsızlığından, ki bu da çok önemli bir insan hakları gaspı,
şikâyet ediliyor. Demokrat arkadaşlarımız bu konu gündeme
geldiğinde sadece ‘ben de ona karşıyım’ diyor. Adamlar içeride, üç
yılı aşan var. ‘Ben de onu eleştiriyorum’ denilerek kaçılacak bir
mevzu değil bu. Ben davanın kendisinin derin devlet, karanlık
ilişkiler çerçevesinde bir iş olduğunu düşünmüyorum. Bugün 28 Şubat
gündemde ama ne işin içerisinde Susurluk, ne 90’lı yılların Kürt
politikaları var. 2002 seçimlerinin alınması önemli bir demokratik
zaferdi. Çünkü o dönem 28 Şubat’ın devamıydı. AKP, bu demokratik
zafere sırtını dayayarak, haklı olarak, geçmişle hesaplaşmaya
girişti. Ama kendi adına… 2002 seçimlerinin sonuçları AKP’li olmasa
da daha fazla demokrasi isteyen insanlar için önemli bir kapıydı.
Çünkü onların da mevcut sistemle sorunları var. Aynı şekilde
askerle yaptığı mücadeleyi kendi adına yapsa bile, bu önemli bir
şey. Hiç olmazsa gerçekten darbe kafası, askerin sivil siyaset
üzerindeki etkisi, bunların kabul edilebilirliği gibi noktalar
ortadan kalktı. Uzunca bir süredir herkes darbecilik deyince
‘yakınımıza yaklaşmasın’ diyor. Türkiye böyle bir toplum değildi.
Ama ben bunu abartmayalım diyorum. Bunu abartmanın bize maliyeti
çok yüksek oldu. AKP’nin kendi adına yürüttüğü mücadeleyi büyük bir
demokrasi mücadelesi gibi görmek birçok eleştiriyi saklı tuttu.
Türkiye’de demokratlar ‘aman işler hazır iyi bir raya girmiş, onu
söylemeyelim bozulmasın, bunu söylemeyelim, gölge etmeyelim,
söylersek bizde mi darbeci durumuna düşeriz’ gibi garip korkularla
şu anda ödediğimiz fiyatı bize ödetiyorlar.
Sizce bu bir hesaplaşma mı?
Evet, kendi adına bir hesaplaşma. Bu kesim, kullanmayı sevmesem de
laikçi genel hegemonyadan, çok çekti. Gözle görülür bir baskı
olmadığı için bunu hala tartışıyoruz. Şurası doğru, sağ cenaptan
hiçbir kesim asla -birkaç istisnai örnek dışında- solun uğradığı
baskılara, işkenceye maruz kalmadı. Bu kesime karşı doğrudan darbe
sadece 28 Şubat’tır. Bu kesimin öteden beri maruz kaldığı baskı
farklı türden bir baskıydı. Bunu anlayalım. Şu anda bile ben
bunun yeterince anlaşılmış olduğunu düşünmüyorum. Bükemediği eli
öpenler çok ama bu bundan ibaret. Yoksa karşılıklı bir anlaşma
durumu görmüyorum. Bu insanların en önemli sorunu adam yerine
konmamak, ikinci sınıf vatandaş olarak görülmek daha ilerisinde de
irtica gibi bir suç tanımı. İnsanların bütün hayatını kapsayan bir
baskılama dönemiydi. Örneğin bir öğrenci Cuma’ya mı gidiyor, bu
insanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılır, önyargılı
davranılırdı. İnsanlar annelerinin başörtülü olduğunu
gizliyorlardı. Bu da farklı bir baskılama türüdür. İnsanların ‘yok
canım hiçbir şey olmadı, bakmayın baskı diyorlar’ diye hafife
alabileceği bir şey değildi. AKP büyük ölçüde bu anlayışı tasfiye
etti. Sadece Ergenekon’dan bahsetmiyorum. Anlayışın tasfiye
edilmesi önemliydi. Açık söyleyeyim, ben de bile zaman zaman öyle
duygular oluyor. Bazı sahnelere bakıp ‘yaa dün beğenmediğiniz
insanların karşısında ceket iliklersiniz’ diyorum. O yüzden bu
anlayışla bile mücadele edilmiş olması önemli bir şey.
Bu nasıl oldu?
Güce olana karşı gösterilen teveccüh şeklinde oldu. Maalesef bizim
laik kesimimiz toplumsal diyalog içine girerek karşılıklı anlaşma
veya tartışma şeklinde bunu yapamadı. Herkes pozisyonlarında çok
ısrarlı ve sert kalmakta ısrar etti. O da bir demokrasi için çok
sağlıklı bir şey değil. AKP veya muhafazakâr çevre, devleti
önemseyen, güçlü olmayı önemseyen bir zihniyete sahip. Dolayısıyla
bununla da birleşince anca güçlü olunca sizin karşınızda
eğiliyorlar, sizi önemsiyorlar. Bu tecrübe artı sağ siyasetin zihin
dünyasından gelmenin getirdiği güce tapınma, gücünü sonuna kadar
gösterme olayına dönüştü bu süreç. Ama o kısımda siyasi iktidarı
fazlaca suçlayamıyorum. Sağa karşı mesafeli bir insanım ama bu
rezervim var. Bu olay çerçevesinde aslında bir noktadan sonra
geçmişin bazı karanlık noktalarını temize çıkarıyorlar. Bu da
önemli bir iş. Bütün bu söylediklerime rağmen Ergenekon’da
rezervimin olması çok sorunlu bulduğum şey dediğim gibi
tutuklulukların uzun olması, kurunun yanında yaşın yanması değil.
Onun ötesinde çok daha önemlisi yeni bir hegemonyanın yapı
taşlarını oluşturması. Geçmişi hatırlamakta veya geçmişin hesabının
sorulmasında çok açık bir eleme yapılması. Yani bazı irdelenecek
şeyleri görmezden gelip diğer bazılarını fazlaca öne çıkarmak.
Ergenekon davası, darbelerle hesaplaşma sürecinin aslında bir
yandan da tam anlamıyla geçmişle hesaplaşma olmasının ötesinde bir
yeni hegemonik dilin oluşması, o yeni hegemonyanın resmi
ideolojisinin yazılıyor olması, yeni resmi tarihin yazılıyor
olması. İşin bu kısmıyla kimse çok fazla ilgilenmiyor.
Sizin dışınızda da pek çok ismin çalıştığı
kurumlarla yolları ayrıldı. Resmin bütününü nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Benim durumumda bir Başbakan çıkar da doğrudan bir köşe yazarına
‘sen namertsin’ diye bir laf ederse herkes de durumdan vazife
çıkarır, kusura bakmasınlar. Erdoğan’ın da nasıl sert, dediğim
dedik, gücünü göstermekten hoşlanan bir Başbakan olduğu da bariz.
Yapmış oldukları yapacaklarının garantisidir şeklinde algılıyor
medya patronları. Bir de bu yeni döneme eklemlenme çabasında bütün
patronlar. Bu iktidarın hiç hoşlanmadığı, hiç haz etmediği yazarlar
belli. Mehmet Altan büyük ikna süreçleriyle Star’a transfer edilen
birisiydi. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Madem bu kadar
değerli bir adamdı, şimdi niye böyle oldu? Üstelik yaptığı çok
ciddi bir radikal hükümet eleştirisi de değil.
Medyada göz ardı edilen konulardan biri etik.
Bugün ölen birinin ardından bile olmaması gereken başlıkların
atıldığını görüyoruz. Siz medyada etik konusunun geldiği noktayı
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medyada etik, genel havadan, ortamdan uzak değil. Nasıl
davrandığınız ahlaki kaygılarınızı nasıl tanımladığınıza bağlı.
Bahsettiğiniz gazetenin zaten dünyaya bakışı bütün bunları
yapabilecek şekilde. Bir toplumun zihniyeti neyse bu zihniyetin
medyadaki karşılığı da benzer oluyor. Bu kadar uç örnekler değil
ama benim gözüme batan şeyler var. Bir muhafazakâr yazar ‘Anan
güzel mi?’ diye başlık attı. Son derece demokrat, entelektüel bir
yazar ‘Eldeki kızlar bunlar’ diye bir başlık attı. Buna benzer daha
birçok irkiltici şeye rastladım. Bunlar erkek egemen dilin çok
örtük ifadeleri değil; her medeni insanın ‘ne yapıyorsun kardeşim?’
diye sorabileceği şeyler. Milli hassasiyetlerimizin söz konusu
olduğu konularda bile hiç titiz davranmaya ihtiyaç duymuyoruz.
Standartları yüksek kesimlerde dahi dil sorunlu. Nitekim yazdım onu
da. Mutlaka gücenmiştir o zaman Oktay Ekşi. Onun da ‘Analarını bile
satarlar’ lafı kaldırılacak bir laf değil.
Basın hürriyeti çok fazla tartışılmaya
başlandı. Çok sayıda tutuklu gazeteci var ve herkes birbirini
yandaş olmakla suçluyor. Sizce bugün medya özgür mü?
Bu dönemin en yaralayıcı ve de umut kırıcı yönlerinden bir tanesi
kendine demokrat, sosyalist, liberal diyen insanların tutuklayana
değil de tutuklananı suçlayan şeyler yazmaları. Nedim ve Ahmet için
‘bu işte bir bit yeniği var, yazdıklarından dolayı tutuklandılar’
diye yazdılar. Ece’nin sözleşmesi yenilenmediğinde ‘o da zaten
Ergenekonculara yakın işler yapıyor’ demeye getirdiler. Bunlar çok
acıklı şeyler. Benim hakkımda ‘yeni kandil muhipleri’ diye yazı
yazıldı. Bu olacak iş değildir. Fişleme işinin bizzat gazeteci
tarafından örgütlenmesi demektir. Gazeteciliğin, vazifesini yerine
getirmek bir yana, siyasi iktidara bir yan hizmet verme şekline
bürünmüş olması çok üzücü.
İkincisi de Kürt meselesi konusunda. Birtakım insanların, daha ötesinde bir siyasi partinin kendisini ifade etme özgürlüğü yok. Bu kabul edilemez bir şey. Televizyonlara bakıyorsunuz bir sürü insan davet ediliyor. Her gün bir Bakan bir yerde canlı yayın yapıyor. Muhalefet çok fazla görülmüyor. Özellikle BDP’liler ekrana ayak bastırılmıyor. Eskiden iktidarlardan yana tavır takınan gazeteciliğin veya aydın tutumunun itibarı yoktu. O yüzden de insanlar böyle bir şeye yaklaşmazlardı. Aydınlar, demokratlar, gazeteciler iktidarı sorgularlar, kimsenin görmediğini, duymadığını duyurmaya çalışırlardı. Şimdi bu insanlar kurumlarına dönüp de ‘bu adamlara bir sürü soru soruyoruz, bir tanesini konuk olarak alın da bir cevap versin’ demiyor. Sabah akşam insan cevap veremeyecek birilerine sorular sormaya devam edebilir mi, bunu tartışma sayabilir mi? Anlaşılacak bir şey değil ve 2012 itibariyle Türkiye’nin geldiği yer burası.
Bundan sonraki süreç nasıl olacak sizce?
Bu tutumun devam etmeyeceğine dair hiçbir işaret yok. Sadece bazı
liberal demokrat yazarlar yakınca bir dönemde biraz daha eleştirel,
daha objektif şeyler söylemeye başladılar ama o da devamı gelecek
bir şey değil. Belki bundan sonra zırt pırt ‘şimdi de şunun işine
son verelim’ diye devam etmeyebilir; zaten işine son verelim
diyecek insan pek kalmadı. Bir iki arkadaşımız var, alınmasınlar
ama onları da süs diye saklarlar. Siz bütün televizyonları devlet
televizyonu haline getirirseniz, hep belli fikirlerin konuşulduğu
bir ortam hâkim olursa, herkesin ödü koparsa ‘sınırımın biraz
dışına mı çıkıyorum?’ diye, gazeteler, televizyonlar ona göre yayın
yaparsa bu işin müşterisi kalmaz.
www.mediacatonline.com