Murat Belge/TARAF
Bardakçı Murat Bey'e cevabımdır
Murat Bardakçı ve yayın organının, ayrıca oradan buradan gelen
başka saldırıların yarattığı ortamda, bunlara cevap vermenin
zahmetine değer bir iş olup olmadığını düşünmek zorunda kaldım.
Sonunda –görüldüğü gibi- yazmaya karar verdim. Çünkü insanların
bilgi eksikliğine güvenerek, “bilgi” üzerinden bir kampanya açıyor.
Bunun ne olduğunun deşifre edilmesi gerek. Öbür yandan, dizgi
yanlışını ve bulduğu her şeyi benim cehaletimin kanıtı haline
getirmeye çalışırken, bazı dalgınlık kusurlarını göstermiş ki,
bunların da kabul edilmesi ve doğrusunun açıklanması gerekiyor.
Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, bayağı hacimli bir kitap oldu:
Ampirik ve olgusal bir kitap olmaktan çok, Osmanlı tarihi üstüne
düşünmeye yönelik ve biraz da resmî tarihin bir tür “ortodoksi”
kaybetmiş yargılarını yeniden düşünmeyi teşvik eden bir kitap. Buna
karşılık, çeşitli tablolar, padişahların ölüm-doğum yılları,
sadrazamların sadaret yılları gibi bazı ampirik bilgileri de
bulundurmak istedim. Bunların hazırlanmasında, Bilgi Yayınları’nın
genç editörlerinden biri bana yardımcı oldu. Bu listelerde benim de
gözümden kaçan birkaç yanlış olmuş.
Örneğin bu sayfaların birinde, yan yana duran iki padişahtan Osman
Gazi’nin ölümü 1324, oğlu Orhan Gazi’nin padişah oluşu 1326 olarak
yazılmış. Bu yanlış, tabii. Yılları çıkaranın da, tashihçileri de,
benim de gözümüzden kaçmış.
Bardakçı, saldırı yazısında, benim bu yanlışları başkalarının
üstüne atacağımı da yazmış. Şimdi, böyle bir cevaba karşılık, “Ben
demedim mi?” diyecektir. “Fahiş hata” diye şamatasını yaptığı
şeylerin ne menem şeyler olduğunu kendisi de bildiği için böyle bir
tedbir almış olsa gerek.
İmdi, dediğim ampirik bilgi bulundurma planının bir parçası da,
kitabın sonuna eklediğim “karşılaştırmalı kronoloji”ydi. Bunu tabii
ben hazırladım. Çeşitli kaynaklardan yararlanarak hazırladım.
Orada, Osman Bey’in ölüm tarihini 1326 olarak gösterdim. Bu da
kitaba bakınca görülebildiğine göre, geniş nükte yeteneğiyle
Bardakçı’nın o iki yıllık boşlukta Hotanto reisi mi, Aztek
imparatoru mu padişahlık yaptı sorusu cevaplanmış oluyor. Bu ince
nüktenin esbab-ı mucibesi de sözkonusu kronolojide Amerika veya
Japonya gibi uzak yerlerde olan önemli olayları da kaydetmeye
çalışmam olmalı.
Murat Bardakçı Osman Bey’in 1324’te öldüğünü ileri sürüyor. Malûm,
Osmanlı tarihi boyunca başka takvimler kullanıldığı için (ve
normal, uzun süre geçince kaynakların azalması sorunu) bu tarihler
hep tartışmalıdır. Nitekim eski İslâm Ansiklopedisi ile Türk
Ansiklopedisi, ayrıca da Ana Britannica, benin Kronoloji’de
gösterdiğim 1326 tarihini kabul ediyorlar. Danişmend şu anda elimin
altında olmadığı için ona bakamıyorum.
Uzunçarşılı ise, Oruc Bey tarihine göre Osman Gazi’nin 1327’de
vefat ettiğini söyledikten sonra “Fakat vekayiîn tetkikine göre
vefatının 1326’da Bursa’nın teslim alınmasından sonra olduğu
anlaşılıyor” demiş ( O.T., cilt 1, s. 113). Aynı yerde şunu da
ekliyor: “Tarihlerde Osman Bey’in vefatı senesi sarih olarak
gösterilmeyip 1310 ile 1326 arasında muhtelif senelerde
gösterilmiştir.”
Demek ki; bu saydıklarım hepsi benim gibi cahil ve bir tek Murat
Bardakçı doğruyu biliyor. Ama zaten 1324’tür veya 1326’dır gibi
bilgi kırıntılarını dile dolayarak bir “tarihçilik” tartışması
yapılmaz. “Bilgi”nin ne olduğu konusunda “bilgisizlikle”le mâlûl
olmadıkça insan bunları sözkonusu bile etmez. Bardakçı bana ilk
saldırdığı yazısında bir malumatfüruşluk çabasıyla 3. Ahmed’in kızı
Esma Sultan’a da değinmişti. O yazıda, bu Esma Sultan’ın 1848’de
öldüğü yazılıydı. Bu tabii yanlıştı. Ama ya Bardakçı bunu böyle
yazmamıştı, bir dizgi yanlışı olmuştu ya da kendi öyle yazmış olsa
bile bu ancak bir dalgınlık olabilirdi, çünkü böyle olmayacağını
bilirdi (“Murat Bardakçı bile” diyerek iltifatını geri göndereyim).
Aynı düzeyde ya da zihniyette olsam, “Esma Sultan’ı 1848’e kadar
yaşatmış!” diye kıyamet koparmalıydım.
Gene aynı kesin ve kestirme eda ile, Orhan Gazi’nin ölümü için,
“Murat Bey’in yazdığının aksine 1361 değil 1362’dir” buyurmuş. Bu
cümlede “aksine” kelimesi yersiz. Bu konuda İslâm ve Türk
Ansiklopedileri Bardakçı’nın 1362’sini kabul etmişler. Britannica
ise 1360 diyor. Uzunçarşılı “1361 M. senesinde veya pek az sonra
Orhan Gazi vefat etti” demiş (A.y., s. 158-a). Kimbilir daha kaç
farklı iddia vardır.
Bakalım başka hangi “fahiş hata”ları işlemişim? 153. Sayfada adı
geçen “Muteber Kadın” değil, “Mutebere Kadın”mış! Çağatay Uluçaylı
şöyle diyor: “I. Abdülhamid’in beşinci kadını idi. Mühürlerinin
üzerinde ‘Devletlû beşinci Muteber Kadın Hazretleri yazılıdır” ( Ç.
Uluçaylı, Padişahların Kadınları ve Kızları, s. 107). Ben
Uluçaylı’yı Murat Bardakçı’dan daha güvenilir bir kaynak olarak
kabul ediyorum. Ama Uluçaylı da “Mutebere” deseydi ne lâzım
gelirdi? Bir dizgi yanlışı da olabilecek bir “e” harfinin fazlalığı
veya eksikliği için davul çalmanın bir âlemi var mı? Bir “e”nin
eksikliğinden önce ciddi bir terbiye eksikliğiyle karşı
karşıyayız.
Reisülküttab’ın Divan-ı Hümayun üyesi olduğunu yazmışım, bu
yanlışmış. Ya? “... Sadece sekretaryada” çalışırmış. Peki, ben ne
demişim? Şunları söylemişim: “... Divan-ı Hümayun gibi bir kurulun
çeşitli yazışmalarını yürütecek ve tutanakları tutacak birileri
bulunmalıdır. Reis-ül-küttab bu işleri yürüten kâtiplerin reisiydi”
(OKK, s. 161). Herhalde okuduğunu da anlamayacak kadar gözü dönmüş,
nefretinden ve yanlış bulma hırsından.
Ancak Reis-ül-küttab zamanla, şimdi Dışişleri Bakanları’nın yaptığı
işlerden bazılarını üstlendi. Bunu açıklamak için de bu “yazıcılık”
işinin artan önemine örnek olmak üzere Komünist Partiler’de “Genel
Sekreter”in ve Amerika’da “Secretary of State”in nasıl evrildiğini
anlatmıştım.
“Kasr-ı adl” konusundaki ukalalık da tamamen yersiz. Bir dizgi
yanlışı olduğu besbelli. “Katl” ile “Katil” farkı gibi “adl” ile
“adil” i de karıştıranlar olabilir Türkiye’de. Ama bunu bilmek için
“allame-i cihan” olmak gerekmiyor.
Gedik Ahmed Paşa’nın ölüm tarihi, evet, yukarıda anlattığım o
listede yanlış yazılmış. Bu yanlışı tesbit etmiş olmanın sevinci
Murat Bardakçı’nın üslûbuna şöyle yansıyor: “Paşa, Murat Bey’in
uydurduğu tarihten sonra maalesef beş yıl daha yaşamış ve 18 Kasım
1482’de, üstelik Fatih değil, İkinci Bayezid tarafından idam
ettirilmiştir. Bu, her ilmin üstadı Murat Bey’in, Bayezid’in
‘Gedik’i tepeledim’ diye başlayan ve edebiyat tarihlerinde bile
mektup formuna örnek olarak okutulan meşhur yazısından da bihaber
olduğunu göstermektir.”
Listeleri yapmadığımı açıkladım. Ama “son okuyan” ben olduğuma göre
bu gibi yanlışların piyasaya verilen baskıya çıkmasında benim de
sorumluluk payım var. Şimdi Bardakçı gene “başkalarına atıyor”
diyebilir. O zaman bir zahmet benim hazırladığım Kronoloji’ye
bakın: 1482 yılının siyasî olayları arasında “Şehzade Cem yenilerek
Rodos’a sığındı. Gedik Ahmed Paşa idam edildi” cümlelerini
göreceksiniz. Bunların bir üstünde, II. Mehmed’in 1481’de öldüğü de
yazıyor.
Demek bütün bu hakaretlerin, afra tafraların bir temeli yok.
Bunları Murat Bardakçı’ya anlatmanın mümkün olmadığını biliyorum.
İlk Esma Sultan saldırısında, bu çapkınlık hikâyelerini anlatanın
Nahit Sırrı olduğunu söylemiştim. Oralı değil. Hâlâ “Nahit Sırrı’yı
kaynak edinen Murat Belge...” diyor, televizyonda aynı şeyleri
söylediğini tanıdıklar anlatıyor. Tarihî olguları öğrenmek için
Nahit Sırrı’ya başvurmayı hiç düşünmedim ama bu toplumun yazı
hayatında Bardakçı’nınkinden çok daha önemli bir yeri vardır ve
söyledikleri bu nedenle ilginçtir.
Bardakçı ikinci gün döşendiği yazısında “Musiki” üstünde durmuş:
uzun uzun “Hamparsum notası”, “Kantemiroğlu notası” anlatmış ki,
bunun nereden çıktığını kitaba bakıncaya kadar anlayamadım.
Meğerse, kitabın görsel tasarımını yapan arkadaş bölüm başlarına
vinyet koyarken bu bölüm için de böyle bir eski nota yazımı resmi
seçmiş: yanına da minicik bir “Hamparsum notası” yazısı eklemiş.
Bardakçı uzun uzun bunun yanlış olduğunu anlattıktan sonra, “...
yaptığı hatanın sebebi ise, büyük ihtimalle asıl kaynaktaki yanlış
bilgidir” diyor. Demek ki böyle bir şey var. Tasarımı yapan arkadaş
gördüğü sözü aktardı. Ben bunları bilmem, onun için ayırt etmeme
zaten imkân yoktu. Ama bunları bilmekle yükümlü olduğumu da
düşünmüyorum tabii.
“Müsemmen” ve “raksaksağı” gene gözden kaçmış dizgi yanlışları (500
sayfalık kitapta). “Usul”den söz ederken “rast” aksağı ne demek
olur? Böyle bir kelime yok zaten.
Şeştar için “uda benzeyen bir çalgıdır” demiş. Osmanlı musikisi
konusunda öncelikle Yılmaz Öztuna’dan yararlandım. “...
Psalterion’a benzetmekte ve ‘Türk arp’i =harpe turc diye de
anılmaktadır. Mızraplı değildir, bir kucak çengi gibidir”
sözleriyle çoktan unutulmuş bu sazı betimlemiş (TMA, cilt III, s.
284). Böyle betimlenen bir saz uda mı daha çok benzer, santura
mı?
Hafız Post’un andığım şarkısı rast değil, rehavî imiş ve “bunun
böyle olduğunu musikiye yeni başlayan herkese öğretirler”miş.
Öztuna’da “Hafız Post” maddesine bakıyorum: “Biz âlude-i sâgar-ı
bâdeyiz” şarkısının karşısında aynen şu yazı var: “Rast (Rehavî)
Yürük Semai”.
Bir de şunu alıntılayayım: “Murat Bey, ‘lavta’nın unutulduğunu,
bizdeki son icracıların Tanburî Cemil Bey ile Andon olduğunu iddia
etmektedir, ve böyle yaparken maalesef uydurmaktadır... Üstelik
zamanımızın lavta icracılarından biri, haddim olmasa da,
bendenizimdir.”
Evet, doğru. Tanburî Cemil Bey ve Andon’dan önce, “Bardakçı Murat
Bey bu sazın üstadıdır” diye yazmam gerekiyordu.
Doğu dünyasında da, Batı dünyasında, çeşitli nedenlerle çalınmaz
hale gelen, kimi kısmen, kimiyse tamamen unutulan birçok saz
vardır. Ama eski musiki örneklerini kendi sesleriyle yeniden
canlandırmak için bunları çalmayı öğrenen, hattâ uzmanı olan
müzisyenler de çıkar hep. Batıda “viola da gamba” olsun, “recorder”
olsun, “klavikord” olsun, bunları çalanlar vardır, ama bu, sazların
hayatiyetlerinin devam ettiği anlamına gelmez. Aslında lavtanın
batıya sıçramış akrabası lut (“la aud”) da biraz böyledir.
Bizdeyse, ud çalan ve tanbur çalan birinin lavta da çalması bir
hayli kolay olduğu için büsbütün unutulmasının mümkün olmadığını
düşünüyorum. Ama bu onun da kanun, ney, tanbur veya kemençe gibi
olmazsa olmaz sazlar arasında olduğu anlamına gelmez.
Murat Bardakçı’yla bundan böyle ilgilenmeye niyetim yok. Çirkin
sözlerle saldırdı. Tarihin birtakım girift sorunlarına âşina
olmayan insanların kabul edebileceği iddialarda bulundu.
İddialarının ve saldırısının gerçeklikle ve düşünce namusuyla
(“arkadaşım gezisine gitmiş... bana anlattı ki...”) ilgisini
göstermek için bunların yazılması gerekli oldu. Yazıldı ve bitti.
Bu kafadarlar, bana İngiliz filologu olduğumu hatırlatmaktan
hoşlanırlar. Ben de, Bardakçı’nın saldırısını, kendi alanına
çekilerek, Shakespeare’den bir alıntıyla bitireyim: It is a tale
told by an idiot, full of sound and fury, signifying nothing.