EKREM DUMANLI / ZAMAN
Medya, asker merakına makul bir gerekçe bulmadıkça...
Ağustos dönemine dair haber ve yorumları dikkatle inceleyen herkes, Türk basınının ruh anatomisini kıskıvrak yakalayabilir.
Askerî atamalar nedeniyle ileri sürülen iddialar ve ortaya konulan düşünceler, olabildiğince şuuraltı birikimlerini de deşifre ediyor çünkü. Kimin ne dediği kadar, ne demek istediği de anlam kazanıyor. Telepatik mesajlar, ağustos sıcağı yaklaştıkça yakayı bağrı açmak zorunda kalıyor. Dünya medyasının aksine, bizde basın, askerî atamalar ile yakından ilgili hisseder kendini. Buna cevap bulmak hiç de kolay gözükmüyor. Ancak kısa bir zaman diliminde yazılan bazı köşe yazılarını bir kenara ayırıyor, herkesi düşünmeye davet ediyorum.
İngiliz medyası, Erman Toroğlu’nu Ron Atkinson’a benzetti. The Guardian Gazetesi’nin böyle bir benzetme yapması boşuna değil. Atkinson da sivri dilli bir adamdı ve yaptığı gaflar sayesinde şöhrete kavuşmuştu. Toroğlu’nun spor yorumları sırasında yaptığı gafların haddi hesabı yok. Son hatırladığım, Galatasaraylı Ümit Karan’ın evlendiği güne dair yaptığı nahoş göndermeydi. Her neyse. “Erman hoca”, konuştukça coşan bir tip; nitekim son “coşkulu yorumunda” Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ü eleştirmiş, “Ben kodu mu oturtan genelkurmay başkanı isterim.” demişti. Hürriyet’in cumartesi nüshasında Özkök Paşa, manidar bir cevap vermiş ve demiş ki; “Herkes hak ettiği komutanı özler”. Çok kısa, çok veciz, çok anlamlı...
Medyanın asker duruşu sorunlu...
Zaten Türk basınından da benzer bir tepki gelmişti. Mesela Can Dündar, “İnşallah komutanlarda Toroğlu kompleksi olmaz” başlığıyla kaleme aldığı (12 Ağustos) yazısında, “Terörle kararlı mücadele etmek, demokrat olmak birbirine zıt kavramlar değil. Devleti terör örgütünden ayıran da bu zaten; çağdaş devlet kendini koruyabilecek reflekse sahip ve demokrat bir yapı olmak zorundadır.” diyordu. Dündar’dan birkaç gün önce yine Milliyet’te Semih İdiz (8 Ağustos), “Hilmi Paşa’ya dönük ‘fazla demokrat, fazla beyefendi’ eleştirisi epeydir ortada dolaşıyor. Bu vasıfların herhalde bir tek Türkiye’de eleştiri konusu olması mümkün. Ancak bunun Türk Silahlı Kuvvetleri açısından ne denli mantıksız bir yaklaşım olduğu pek düşünülmüyor. Ordumuzda yükselmenin temel vasıflarından biri de dünyayı kavrayarak, ona göre hareket etmektir.” diyor ve şaşkınlığını ifade ediyordu.
“Gaf”ın oluşturduğu imaj yıpranması dış dünyadan da hissedilince mesele başka bir hal alıyor. Dünya markası sayılan The Guardian, Toroğlu’ndan südur eden veciz yorumu (!) aktarırken bakın nasıl bir yorum yapmış: “Bu eski moda otoriterlik yanlısı ifadeler, AB’nin de teşvikiyle ordunun üzerinde sivil kontrolün sağlandığı bir döneme denk geldi.” Oldu mu şimdi? Sen kalkıp uluorta, “Ben çok demokrat genelkurmay başkanı istemiyorum. Benim genelkurmay başkanım yumruğunu masaya vuracak.” dersen, The Guardian gazetesi de bu sözlerin “milliyetçi sağ kanat” tarafından büyük ölçüde paylaşıldığını söyler. Neyse ki Guardian, Milliyet spor yazarı Mehmet Demirkol’un, “Demokrat olmanın insanların ölmesi ve yaralanması ile ne gibi bağlantısı olabilir? Toroğlu bir kez daha haddini aştı, söylenen bir cümle kuş gribi kadar tahrip edici ise söylediğiniz cümleye bir kez daha dikkat etmelisiniz.” dediğini de aktardı.
Konunun asıl nirengi noktası Toroğlu’nun yaptığı bir gaf olsa, bu sütuna taşımaya gerek bile yok. Ancak bu sözlerin medyamızın askere bakışını ortaya koyması açısından çarpıcı bir örnek olması mühim. Mesela şu terfi, tayin meselesi o kadar çok meşgul ediyor ki basınımızı; anlamak mümkün değil. Belli ki bu dönemlerde kirlenmiş bilgiler, manipüle edilmiş haberler, çekişmeyi kızıştıracak hamleler basını şaşkına çeviriyor. Çarpıcı örnekler arasına kaydedilebilecek nice dedikodu üretildi, bazı sözler başka yerlere çekildi, ne dedikodular yapıldı ve bu sayede kimlerin eli güçlendi, kimler bu işten zarar gördü; kamuoyu bu olanlara bir anlam veremiyor. Haftalarca bir telekulak skandalı konuşuldu. O skandal bir komutanın istifasına sebep olmuştu. Sonra anlaşıldı ki karışık gönül işleri, kıskançlık ve intikam duygularıyla yapılmış nahoş bir durum var ortada.
Medyanın görevi taraf tutmak değil!
Bu haftanın Tempo Dergisi hem kapağında hem de iç sayfalarında Büyükanıt Paşa için yürütülen çirkin kampanyanın arkasındaki bir oluşumdan bahsediyor. Bir albayın başlattığı iddia edilen organizasyon, karalama kampanyası için Türkiye, Avustralya, Bulgaristan, Romanya ve Almanya üzerinden mesajlar atmış. Şayet bu doğruysa, daha önceki onlarca senaryo neydi? Kaldı ki, bu tip bir iddiayı askerî konularda bilgili ve belgeli yazan bir gazeteci de dile getirmiş, bazı iç çekişmelerden bahsetmiştir... Görünen o ki bazı dönemlerde basın yoğun bir bilgi bombardımanına maruz kalıyor. Böyle durumlarda yapılacak şey, her iddiayı gerçek kabul edip onu okur ya da seyirciyle paylaşma yerine, bilginin değişik kaynaklardan kontrol edilmesidir. Bu süzgeç işle(til)medikçe, kamuoyu şaşkına döner ve bir zaman sonra dedikodu ile gerçek birbirine karışır. Farkına varmadan yanlış bilginin tesiri altında kalmak, bir çeşit yanılgıdır ve bir derece müsamaha ile karşılanabilir. Asıl kabul edilmeyecek nokta, askerî meselelerin tarafı haline gelmek ve hem basınımızı hem de ordumuzu yıpratacak bir sürece dâhil olmaktır. Medyanın görevi, bu tür konularda hadisenin tarafı olmak değil; doğru ve mesleki kontrolden geçirilmiş bilgiyi muhatabıyla paylaşmaktır.
Ne var ki öteden beri Türk basını, ordunun içinde yaşanan gelişmelere duygusal yaklaşmakta; hatta kendine bilinçli bir görev düştüğünü bile düşünmektedir. Böyle bir şey yoksa bile, böyle bir algı olduğunda şüphe yok. O yüzden geçenlerde Akşam Gazetesi’nde Engin Ardıç (1 Ağustos), herkesin gizliden gizliye konuştuğu ancak halkın huzurunda başka ambalajlarla değişik bir mecraya taşıdığı bir şüpheyi olanca şövalyeliğiyle ifade ediyor ve kükrüyor: “İşinize bakın!” Yazarı bu kadar öfkelendiren şey, Yüksek Askerî Şûra nedeniyle yapılan bazı yayınlar. Şûra’ya duyulan aşırı ilgiyi açıklarken Ardıç, aynen şu ifadeleri kullanıyor: “Çünkü basınımız, X Paşa darbe yapabilir, oysa Y Paşa asla yapmaz.” gibi eşekçe yorumlar peşindedir satır aralarında... Bunun içinde, ‘falanca paşa gelse de kafamıza göre darbe yapıp bizi de sevindirse’ türünden alçakça özlemler de yatabilir.”
Her görüşüne katılmayabilirsiniz Ardıç’ın; hatta hem nalına hem mıhına vurarak oluşturduğu üslubu doğru da görmeyebilirsiniz. Ancak Türk medyası, yukarıdaki alıntıyı bir kenara kaydedip “Falanca paşa gelse de kafamıza göre darbe yapıp bizi de sevindirse” türünden insanların medyada çalışıp çalışmadığını, böyle bir refleksin “alçakça özlem” olup olmadığını düşünmek zorunda.
Türkiye büyük bir ülke; dolayısıyla kurumlarıyla da büyük olmak mecburiyetinde. Yani Meclis’iyle, Silahlı Kuvvetleri’yle, adalet sistemiyle... Ve tabii ki demokrasisiyle. Büyük olmanın yolu çoğulculuktan, özgürlüklerden geçiyor. Bu yol üzerinde yer alan her tehlike sinyali, demokrasi dışı istikametleri işaretliyor. Bu millet, tercihini çoktan ortaya koymuş ve bunu olabildiğince içselleştirmiştir. Bugün bizim ülkemizi biricik yapan da budur! Hem Müslüman, hem Avrupalı, hem özgürlükçü hem de kurumlarıyla barışık... AB kapısına kendi öz tecrübesi ve müktesebatıyla dayanmış bir ülkenin değil çeyrek yüzyıl geriye gitmesi, bir basamak bile irtifa kaybetmesi kabul edilemez. Buna en çok medyanın inanması lazım; tabii tarihte kendine kötü bir yer edinmek istemiyorsa...