HABERTURK.COM'A YENİ BİR YAZAR

İşte o yazar ve 'Siyad neyi yanlış yaptı? Hıncal Uluç neden kızdı?' başlıklı ilk yazısı...

Google Haberlere Abone ol
HABERTURK.COM'A YENİ BİR YAZAR

FATİH ENES ÖMEROĞLU


Siyad neyi yanlış yaptı? Hıncal Uluç neden kızdı?


Sinema Yazarları Derneği tarafından düzenlenen 42. Siyad ödülleri geçtiğimiz günlerde sahiplerini buldu. Reha Erdem’in “Hayat Var”ı En İyi Film ve En İyi Yönetmen dâhil 4 ödülle gecenin yıldızı oldu. Yağmur ve Durul Taylan’ın yönettiği “Vavien” ise 11 dalın tümünde aday olduğu organizasyondan 5 ödülle ayrıldı. Bu ödüllerden en dikkat çekeni En İyi Senaryo’yla filmin başrolünde de izlediğimiz Engin Günaydın’a gitti. “Neşeli Hayat” ve “Uzak İhtimal” ise birer ödül kazandı.


Yıllardır her Siyad Ödül Töreni öncesi birçok polemiğe tanık oluruz. Bunların bir kısmı hayal kırıklığına uğramış yapımcı ve yönetmenlerden gelirken, en çok duyulan sesler sıkı bir sinema izleyicisi de olan köşe yazarlarından yükselir. Yıl içerisinde seyredip beğendikleri ve köşelerine konuk ettikleri filmler aday olamadığında veya ödül alamadığında mutlaka bir serzeniş yazısı yazılır. Bu açıdan bakıldığında Siyad’a yılın eleştirisini Hıncal Uluç’un yaptığı rahatlıkla söylenebilir. 15 Ocak günü Uluç köşesinde şu satırları yazıyordu: “Sinema Yazarları 42. SİYAD ödülleri adaylarını açıkladılar ve dediler ki ‘Biz gene halktan koptuk. Gene ödülleri halkın seyrettiği filmlere vermeyeceğiz. Çünkü biz eleştirmeniz. Eleştirmen, halkın beğendiğini beğenmez. Beğenirse itibarı olmaz…’ Amerika'ya bakın. Oradaki sinema yazarlarının Altın Küre Ödülü, Oscar'a nerdeyse paraleldir. Bizde ise, halka paralel düşmek, ayıptır. Neşeli Hayat'a kıyan kafa işte bu. İki dalda, adaylık lütfetmişler.”


Hıncal Uluç’un yazısına atıfta bulunarak yapmak istediğim aslında yeni bir polemik yaratmak değil. Zira Uluç’un eleştiri dozu yüksek bu yazısındaki ana tema aslında sinemacıları 70 senedir meşgul eden bir meseleyi barındırıyor. Kahvehane eleştirisi ağzıyla: “Hollywood Filmlerine” karşı “Sanat Filmleri.” Peki, acaba bu ayırım hakiki bir gerçekliğe dayanıyor mu? Bu tartışmayı yaparken biz sinema sanatını mı yoksa kendi hayat görüşümüzü mü tartışmaya açıyoruz?


“Hollywood Sinemasına” karşı “Sanat Sineması” ayrışmasının taraflarının kullandığı teçhizat artık ortalama bir izleyicinin bile haberdar olduğu konulardır: Büyük yapım bütçelerine karşı küçük bütçeler; yıldız sistemine karşı takım oyunu; görsel efektlere karşı görsel denge ve kompozisyon; özel yatırıma karşı devlet desteği; işverenin dediğini yapan memur yönetmenlere karşı usta “auteur” yönetmenler ama belkide bunlardan en önemlisi Uluç’un da yazısında ima ettiği, yüksek gişe hasılatına karşı düşük gişe hasılatı. Yani filmin ne kadar seyredildiği. Gerçekten de gişe hâsılatları dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar bahsi geçen tartışmanın belirleyici argümanı olarak kullanılır Türkiye’de. Tümden gelen bu mantığı irdelediğimizde, bir filmin hangi tarafa konacağı vizyon serüveni tamamlanmadan bilinemez gibi arızalı bir cümle çıkıyor ortaya fakat deneyimlerimiz de bu yargıyı büyük oranda doğruluyor gibi. Çık çıkabilirsen işin işinden!


42. SİYAD Ödüllerinin nicelik olarak değil ama nitelik olarak en kazançlı filmi olan “Hayat Var” geçtiğimiz yıl 27 Mart’ta vizyona girdi. Film 18 haftada 9.586 kişi tarafından seyredildi (Gişe hasılatı yerine kelle sayısını baz alan ülkemize has bu absürd durumu başka bir yazıda ele alacağım.) Evet, evet, Hıncal Uluç haklı gibi. Sinema yazarlarının ödüllendirdiği filmi neredeyse kimse izlememiş. Peki Vavien’de durum nedir? Vizyon günlerinin artık sonuna gelen filmi hâlihazırda 130 bin kişi seyretmiş. Yine işler karıştı. Tamam, Vavien bir hasılat rekortmeni gibi parıldamıyor, yapımcısını da üzdü kabul, ama rakibinden 13 kat fazla seyredildiği de ortada. Tartışmanın odağındaki “Neşeli Hayat” ise uzak ara listedeki en çok iş yapan film. Yılmaz Erdoğan’ın diğer filmleri kadar çok izlenmese de şu ana kadar 1 milyon 214 bin kişi tarafından seyredilmiş. Yani halkın teveccühüne tam anlamıyla mazhar olmuş gibi görünüyor. Geçtiğimiz yıl dikkat çeken diğer bir yapım olan “Uzak İhtimal”e bakarsak orada da yine “Hayat Var”a benzer bir tablo ile karşılaşıyoruz. Film sadece 28.506 kişi tarafından izlenmiş. Peki, ama bu filmleri gerçekten de halka yakın ve halktan uzak filmler diye ikiye ayırabilir miyiz? Yoksa görüntü bizi aldatıyor mu?


Her şeyden önce şunu ifade etmekte fayda var. Sadece popülist nedenlerle ve para kazanmak için yapılan bir film düşünelim. Kuralına göre çok ustaca çekilmiş dahi olsa böyle bir film yine de halkın ilgisini çekmeyebilir. Tam tersine kötü çekildiğine dair üzerinde mutabakat olan bir yapım küçük bir olasılıkla da olsa çok başarılı olabilir. Sinema bir iş kolu olarak tek film üzerinden düşünüldüğünde garantinin olmadığı bir sektördür. Bu nedenle sinemayı bir sanayi kolu olarak gören Hollywood’da hiçbir strateji tek filme dayandırılmaz. Stüdyo sisteminin mucidi olan Hollywood, her zaman riski değişik filmler üzerine dağıtır. Yılda 10 film yapan bir stüdyo bu yapımlardan sadece 2 veya 3 tanesinden kar edebileceğini bilir. Hatta bu filmlerden yarıya yakınının batacağını da önceden kabullenir. Tüm hesap toplamda karlı olmak üzerinedir ve bu büyük oranda hep sağlanır. Zira Hollywood yöneticileri şunun farkındadır: “İnsanlar öykü dinlemek ister ve bu hiçbir zaman değişmeyecektir.” Burada tartışılan aslında film yapma biçimi değil, film yapma dinamiklerini şekillendiren ana stratejidir.


Amerikan sineması tüm stratejisini klasik öykü tasarımı ilkeleriyle şekillendirir. Bu tasarımda tek ve etkin bir kahraman nedensel ve tutarlı bir dünyada, dış mihraklara karşı savaşır. Doğrusal bir zaman akışına sahip bu öyküler daima pozitif bir mutlak sonla nihayete erer. Stüdyolar yılda 1–2 filmde bu formatın dışına taşabilir fakat ana damarı şekillendiren bu tasarımdır.


Klasik öykü tasarımı aslında insan algısına en yakın öykü formudur. Binlerce yıldır anlatılan öykülerin hepsi bu tasarıma sahiptir. Kısacası klasik tasarımlı hikâyeler ne batılıdır ne doğuludur. Sadece insana aittir. Bu tespiti ispatlamak için insan doğası, termodinamik ve entropi ile ilgili tartışmalara girmeyeceğim, zira Hollywood sinemasının bu formu tercih etme sebebi zaten felsefi bir tartışmanın sonucu değildir. Bu tercih tamamıyla Amerikan toplumunun hayatı kavrayış tarzıyla ilgilidir. Amerikalıların ataları yeni kıtaya, eski kıtanın katı sınıfsal mücadelelerinden, açlıktan ve yokluktan kaçarak değişim için geldiler. Ellerindeki tek şey her şeyin günün birinde düzeleceğine dair umutlarıydı. Kısaca ortalama bir Amerikalı klasik öykü formunun en çok son kısmıyla ilgilidir: “Pozitif bir mutlak son.”


İnsanlara bir şeyi satmak istiyorsanız, sattığınız şeyin sevileceğine emin olmalısınız. Hollywood sineması sadece faydacı (pragmatik) bir yaklaşımla kendi insanına ziyadesiyle uygun olan bu formu seçmiş ve uygulamıştır. Zaten pragmatizm ve değişim kabiliyeti Amerikalıların en belirgin özellikleri değil midir? Sonucunun iyi olacağını düşünürlerse hemen değiştirirler. Ta ki başarılı olana kadar. 250 yıl önce başladıkları ve başarıya ulaşan büyük projelerinin kaynağı olan “umut” arketiplerinin de temel özelliği olmuştur neredeyse. Peki, ama bu form özellikle Atlantiğin diğer yakasında yani Avrupa’da niye dirençle karşılaşmıştır. Gerçekten de yetersiz ve komik bir ifade olmasına karşın “Sanat Sineması” aslında Avrupa çıkışlı bir kavramdır. Burada da karşımıza yine hayatı algılayış tarzı yani “yaşam görüşü” çıkmaktadır.


Avrupalı insan değişimlerden çok çekmiştir. Yeni dinlerin yayılmasından, Fransız İhtilaline; sanayi devriminden dünya savaşlarına kadar tarihte meydana gelen her değişim ortalama Avrupalıya devamlı kan ve gözyaşı getirdi. Zira eski kıtada yeni bir şeyi inşa etmek için yeni kıtada Amerikalıların yaptığı gibi sadece bir şeyi yapmaya çalışmak yetmiyordu. Öncelikle eskisi yıkılmalıydı ki yer açılsın. Bu açıdan bakıldığında Avrupalı insan Amerikalı muadiline göre daha statükocudur. Değişime kuşkuyla bakar. Bu nedenlerle Avrupa “Sanat Sineması” “Hollywood Sinemasına” karşı bir tepki şeklinde doğmuş aslında edilgin bir formdur.


Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını görmüş eski ışıltılı günlerden yavaş yavaş uzaklaşan bir Avrupa’ya karşı, altın çağını yaşayan, her şeyin her geçen gün daha iyiye gittiği, savaşı kendi topraklarında yaşamamış bir Amerika. Avrupalı sinemacı kendisine uymayan bu gerçekliği kırmak için klasik öykü formuna karşılık minimal ve anti öykü tasarımlarını üretmiştir. Minimal olay örgüsünde birden çok edilgin karakter kendi iç muhasebeleriyle meşguldür. Öyküler genelde olumsuz veya muğlâk bir sonla biter. Yaşamın çok az değişim getirdiğine veya hiç getirmediğine olan inanç esastır. Anti-Olay örgüsündeyse durum daha da karışıktır. Karakterler nedensel ve doğrusal olmayan bir zamanda tutarsız gerçekliklerle mücadele eder. Yaşamın gelişigüzel bir anlamsızlık içinde sürüp gittiğine olan inanç esastır. Burada yapmaya çalıştığım şeyin bu formları kötülemek olduğu sanılmasın. Aslında minimal ve anti olay örgüsüne sahip filmler yapmış yönetmenlerin birçoğu sinema sanatına sadece klasik filmler yapmış yönetmenlerden daha hâkimdir. Zira bir kuralı yıkmak için kanunları iyi bilmek zorundasınız. Bu tip yönetmenler aslında klasik formun da büyük ustalarıdır. İfade etmeye çalıştığım aslında biri veya diğerini seçmenin tamamıyla zıt yaşam görüşlerinden hatta hayata yön veren ideolojilerden kaynaklandığıdır.

Bu durumu en iyi örneklendirebileceğimiz kişi Siyad’a o ağır eleştiriyi yapan Hıncal Uluç’tur. Memleketin en tanınmış köşe yazarlarından olan Uluç’un makalelerini incelediğimizde ekseriyetle umut, mutluluk, hayattan zevk alma gibi pozitif kavramlara olan inancını görürüz. Uluç gerçekten de “Neşeli Hayat”ı çok sevmiş olmalı zira son yıllarda Türk sinemasında gördüğüm en başarılı klasik olay örgülü filmlerden birini yapmış Yılmaz Erdoğan. Uzak ara da kendisinin en iyi filmi bence. Zaten bir röportajında bu formların tanımlarını yapmış ve senaryo konusunda dünyadaki en büyük otoritelerden biri olan “Robert Mckee”nin verdiği bir seminere katıldığını da okumuştum. Mckee’den çok faydalandığı apaçık ortada. Peki, ama sekseni aşkın sinema yazarının hepsi de umutsuz, hayattan zevk almayan, toplumun değer yargılarına uzak insanlar mı? Böyle bir şey mümkün müdür? Gelecek yazımda analizi daha da derinleştirmeye çalışacağım.



www.haberturk.com

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin