Etyen Mahçupyan: Medya diye bir şey kalmamıştır!

Zaman Gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan Gezi Parkı eylemleri sırasında medyanın bölünmesini Medyatava’dan Eylem Yılmaz’a değerlendirdi.

Google Haberlere Abone ol
Etyen Mahçupyan: Medya diye bir şey kalmamıştır!

Zaman Gazetesi yazarı ve Akil İnsanlar Heyeti üyesi Etyen Mahçupyan ile Gezi Parkı eylemlerinin ardından Türkiye’nin nasıl bir süreçten geçtiğini, medyanın ikiye bölünmesinin nedenini ve Gezi Parkı eylemlerinin çözüm süreci ile ilişkilendirmesi üzerine konuştuk.



Gezi sonrası 28 Şubat, cumhuriyet mitingleri gibi benzer bir süreci yaşadığımızı söyleyenler var, bir yandan da yeni bir Türkiye ile karşı karşıya olduğumuzu savunanlar. Nasıl bir süreçten geçiyoruz?



Yeni Türkiye olayının aslında 90’larla beraber başladığını ve sonuçlarının da 2000’li yıllarda ortaya çıktığını görmekte yarar var. Eğer yeni bir Türkiye’den bahsedeceksek, bu yeni Türkiye esas olarak islami kesimde olan değişiklikle ortaya çıkmış olan bir yeni Türkiye’dir. İslami kesimle ortaya çıkmasıyla birlikte daha önce siyaseti bir biçimde domine eden insanlar yavaş yavaş siyasetin dışında kaldılar. Ak Parti bunu çok somutlaştırdı. Bu da laik kesim diyebileceğimiz kanatta bir sıkışma yarattı. Bu sıkışmada Gezi olayları ile birlikte ortaya çıktı. Cumhuriyet mitinglerini yapan insanlarla Gezi eylemlerini ortaya çıkartan insanlar aynı değil. Ama sonuç olarak benzer bir ruh hali de var.



Bu benzerliğin kaynağı nedir?



Bu benzer ruh hali aslında kamusal alanın giderek daha fazla “İslamileşmesi”, daha somut olarak da islami kesimden gelenlerin yönetiyor olması ve bunun artık böyle devam etme ihtimalinin çok kuvvetli olmasıdır. Burada siyasete müdahale edemeyen bir seküler kesim var. Bu seküler kesim bazen siyaseti değiştirmek üzere cumhuriyet mitinglerinde olduğu gibi askere çağrı yapmaya da gidebilir, bazen şu anda olduğu gibi doğrudan bir tür devrimsel eylemcilik peşinde de koşabilir. Veya Gezi’nin ilk günlerinde olduğu gibi tamamen kendi varoluş halini ortaya koyan ve onunla ilgili özgürlük taleplerini seslendiren bir çıkış olarak da yaşanabilir. Ama bunların hepsinin aynı kültürel kökten geldiğini görmekte yarar var.



Peki, bundan sonra buradan bir siyasi hareket oluşabilir mi? Taksim Dayanışması eylem çağrılarına devam ediyor, sizce bu çağrılar hareketi ne yönde etkiliyor? Bundan sonra olayların akışı nasıl şekillenir?



Ortada bir talep yok sadece bir eylem var. Bir tür hareket halinde durma isteği var. Artık burada Gezi şöyle olsun ya da herhangi bir kanun değişsin gibi bir olay yok. Bu aslında talepsiz bir eylemcilik usulü ve de yaptığı tek şey, o eylemleri yapanların bir arada durmasını sağlamak ve o enerjiyi korumaya çalışmak. Bu bir yere evrilir mi, ilerde daha siyasi bir oluşuma dönüşebilir mi bu açık uçlu bir soru, ama çok az ihtimal. Çünkü sadece bu eylem enerjisiyle ne Türkiye’ye hitap eden bir fikir yaratabilirsiniz, ne de Türkiye’yi yarına taşıyabilecek gerçek bir siyasal hareket üretebilirsiniz. Ben şu andaki bu eylemciliğin böyle bir yanının hiç olmadığını görüyorum. Entelektüel hiçbir tarafı yok. Aslında Türkiye’ye söyleyebileceği hiçbir şeyi yok. Giderek gerçek anlamda kendini marjinalize eden bir duruş bu, dolayısıyla da bir yere gitmeyecek. Ama şu da var, eğer eylemler duracak olursa bir daha bu enerjinin toparlanması çok zor. Bu da bilindiği için o insanlar sürekli olarak o tekerleğin dönmesini sağlamaya çalışıyorlar ama her döndükçe giderek anlamsız bir yöne döner hale geliyor ve de kendilerini aslında siyasi kılmaya çalışırken tam tersi bir yöne, tamamen siyasetten uzaklaşan bir yöne doğru hızla götürüyorlar.



"MEDYA NE TÜR BİR SİYASETİN EGEMEN OLMASINI İSTİYORSA ONU ÖNE ÇIKARTIYOR"



Gezi olayları medyayı da ikiye böldü. Bir kısım medya penguen belgeseli yayınladı, diğer bir kesimi ise Gezi olaylarını canlı yayınladı, yayınlarını sadece Gezi üzerine kurdu. Mısır’daki darbede de aynı şeyi yaşıyoruz. Bir grup Mursi'nin toplumdaki demokratik taleplere kulak tıkadığını savunuyor, bir kısım ise Mursi'yi eleştirmeyi -en azından darbeden sonra- haksız buluyor. Medya neden böyle ikiye bölündü, bunu nasıl değerlendirmeliyiz?



Medya her zaman siyasi olarak kendini algılamıştır. Türkiye’de medya siyasete çok alışmış olan ve kendini siyasi aktör olarak zaten baştan tanımlamış bir medya. Ak Parti’nin son 10 yılı medya aktörleri ile Ak Parti’yi birebir bir şekilde ilişkiye geçirdi. Bu bazen bir yakınlaşma şeklinde, bazen bir tepki şeklinde, bazen bir nefret duygusu şeklinde oldu. Ama sürekli olarak, şu anda baktığımızda medyadaki her aktörün, bir muhabirin, bir köşe yazarının veya patronun doğrudan hükümetle ilgili olarak sahip olduğu olumlu, olumsuz bir his var. Bu his çok hızla ve çok kolaylıkla da siyasallaşan bir his. O yüzden bu tür olaylarda ideolojik habercilik çok yaygın bir durum. Türkiye’de de böyle oldu. Mısır’la ilgili durum daha vahim. Çünkü Türkiye’de mesela bu penguen belgeselinin yayınlanması, olayın başında oldu ve bu medyadaki yöneticilerin kendi kanaatlarıdır. İlk birkaç gün o penguen belgeselinin eğer hükümetten çekinerek yapıldığı sanılıyorsa bu yanlış. Çünkü hükümet bu olayın farkında bile değildi. Hükümet aslında ilk polis müdahalesinden sonra işin vahametini kavradı. Dolayısıyla o ilk birkaç gün içinde hükümetin bir sansürcülüğünün de olması mümkün değil. Ondan sonra olmuşsa bilemem. İlk baştaki olayda ben çok yakından tanık oldum ki, hükümet Gezi’ye çıkan insanların ne nereden geldiklerini, ne niye geldiklerini, ne de ne istediklerini hiçbir şekilde anlamış değildi. Doğru bir enformasyon verilmemişti ve onlar ancak sabah yapılan polis müdahalesinden sonra, geri dönerek olayın ne olduğunu kavradılar. Siyasi yönü sonra çıktı. Siyasi yönü ortaya çıktıktan sonra esas olarak eğer bir sansür varsa, onun siyasi sansür olarak değerlendirilmesi doğrudur. Ama Mısır’daki olay baştan siyasi bir darbe var ve orada o darbeye olumlu veya olumsuz tepkiler var ama medyaya bakıyoruz, dünya medyası burada çok seçici davranabiliyor ve tamamen kendi ideolojik tavrından hareketle davranabiliyor. Mısır’da ne tür bir siyasetin egemen olmasını istiyorlar ise onu öne alarak bakıyorlar. Türkiye ile mukayese edecek olursak, çok daha vahim bir olay var şu anda medya açısından baktığımızda.



Uluslararası medya başbakanın eylemlerine yer vermemiş yalnızca Gezi eylemlerini yayınlamıştı. Şimdi Mısır’da da Tahrir Meydanı’na yer veriyor ama Adeviye Meydanı’nı vermiyor. Uluslararası medyanın bu tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne anlama geliyor?



Batı medyasında bir doğal yatkınlık ve bir doğal reddetme hali var. İslami bir yönetim ise onun doğal olarak reddedilmesi, görüldüğü gibi iyi olmayacağı fikrine sahipler. Buna karşılık, islami yönetime tepkiler eğer seküler alandan geliyorsa doğal olarak çok fazla üzerine düşünmeden bunun iyi bir şey olduğunu hatta görüldüğünden de iyi bir şey olduğunu düşünmeye çok eğilimliler. Çünkü insanlar kendilerine benzeyenin iyi niyetli olduğuna ve daha yüksek idealler peşinde koştuğuna daha kolay inanırlar. Batı dünyasında da özellikle bu göçmenlerle beraber son 10-15 yılda islamın yeniden küreselleşmeyle beraber yükselmesiyle birlikte bir tür islam alerjisi söz konusu. Bu dediğim gibi, üzerine çok düşünülmüş bir şey olmaya da bilir, çok refleksiz de olabilir ama batı dünyasının medyasında yaşayan biri çok muhtemel islami kesimden birinin söylediği ile laik kesimden birinin söylediği bir cümleyi yan yana koyduğunda, o cümleler bire bir aynı olsa bile onlar için aynı anlamı atfetmiyor. Gezi olayında da böyle durum söz konusudur. Arap Baharı’yla beraber çok muhtemelen neocon türü insanların Türkiye’de de buna benzer bir şey olur mu diye bir arayışları vardı. Kafalarında hangi şartlarda bu olur gibi bir soru vardı. Dolayısıyla Gezi ortaya çıktığında şimdi o olay oluyor diye üzerine atlamaya çok fazla hazır oldular ve Gezi olayını çok fazla abarttılar. Gezi olayını büyüten gençler değil, yarı profesyonel darbe arayışı içinde olan insanlardır. Bu ikisini birbirinden ayırarak analiz etmek gerekiyor.



Mısır'daki gelişmelerden sonra medyada "siyasal islam ve demokrasi", "sekülerizm ve laiklik" vb. tartışmaları baş gösterdi. Sizce medya bu süreci ufuk açıcı ve sağlıklı bir şekilde mi tartışıyor?



Böyle bir şey olmuyor tabii ki, çünkü medya çok fazla siyasetle uğraşıyor. Medya şu anda kendi küçük izleyici tabanını bir şekilde konsolide etmeye, onu bir arada tutmaya çalışıyor. Aslında başbakanın yaptığının aynısını bence medya da yapıyor şu anda. Çeşitli medya organları safları tahkim ediyorlar. Şu anda benim gördüğüm kadarıyla doğru dürüst bir gazetecilik kalmadı gibi bir şey. Bir iki gazete sadece kendilerini ilgilendirmeyen konularda iyi gazetecilik yapıyor ama o gazeteyi ilgilendiren bir konu olduğu anda ki siyaset genellikle her gazeteyi ilgilendiriyor, o andan sonra gazetecilik ortadan kalkıyor. Birinin emir vermesi gerekmiyor böyle bir kötü gazetecilik yapılsın diye. İlginç bir şekilde belki bazı televizyon programlarında çatışma değil de, derinleşme arayan televizyon programları bir iki tane hala kaldıysa, belki sadece onlarda gerçek anlamda bir düşündürücü tartışmayı üretmek mümkün. Şu anda bunun dışında medyada hiçbir şey kalmadı.



Gezi olaylarıyla beraber Türkiye’de daha önce hiç yaşanmamış bir sandık tartışması ortaya çıktı. Türkiye’de sandık eskiden beri hep vardı fakat demokrasi yoktu. Sandık eşittir demokrasi midir? Başbakan’ın bu sandık vurgusunu nasıl değerlendirmek gerekir?



Gerçek bir demokrasi olması için sandık tabi ki yeterli değil ama sandığı göz ardı eden bir yaklaşımın da demokrasi ile hiçbir ilgisi yok. Dolayısıyla şu an Başbakan kendisine karşı olan tavrın tamamen sandığı göz ardı etme üzerine kurulu olduğunu düşünüyor ve özellikle bunu vurgulamak için sürekli tekrarlıyor. Şunu demeye getiriyor ki, sandığa rağmen, halkın tercihine rağmen siz bir şeyi zorlarsanız, zaten bu bir darbeciliktir. Yani bana diktatör demiş oluyorsunuz diyor Başbakan, ama sizin önerdiğiniz şey eğer sandığı göz ardı eden bir yaklaşımsa -ki öyle gözüküyor- o zaman esas diktatöryal bakış işte bu karşımdakidir demiş oluyor. O yüzden de karşılıklı retorik kavgasına çok girerek tartışmamak lazım bunu, şu anda Başbakan'ın sergilediği taktiksel bir duruş.



“GEZİ OLAYLARININ ÇÖZÜM SÜRECİ İLE BİR İLGİSİ YOK”



Ak Parti ilk seçimlerde %37 oy aldı sonra bu %50 oya çıktı. Sürekli erken seçime gidildiğinden ve darbe tehdidi ile karşılaşıldığından insanlar oy vererek desteklediler. Gezi’de de Başbakan'ı bu nedenle desteklemiş, oy vermiş bir kesim vardı ama Başbakan polisi sahiplendiği gibi o insanları sahiplenmedi. Başbakan bu tavrı ile bu krizi daha fazla körüklemiş olmuyor mu? Örneğin, “Tencere tava çalan benim halkım olamaz” sözü fazla tepki çekti.



Başbakanın önünde sadece bu çizgi yok. Başbakanın önünde bir yelpaze var, seçiyor ve toplumsal barış açısından en doğrusunu seçmiyor. Ama sonuç olarak şu noktaya da gelmek durumundayız. Biz başbakanı eleştirebiliriz, ben başbakan olsaydım öyle davranmazdım diyebiliriz ama o başbakan ve yanlış yapıyorsa bedelini öder. Dolayısıyla bedelini ödeyip, ödememeye hazır olan bir siyasetçi, bir karar alıp bir şey yapıyorsa orada da eleştirinin gidebileceği yer sınırlıdır. Siz ahlaken genel demokratik normlar açısından eleştirebilirsiniz, eleştiriyoruz zaten, aynen söylediğiniz gibi bu tutumunun Türkiye için hayırlı bir tutum olma ihtimali giderek zayıflıyor. Kendi tabanını bir arada tutma, konsolide etme uğruna diğer tarafı yabancılaştırmayı tercih ediyor. Bunun Türkiye için iyi bir şey olmadığı çok net.  Başbakan en önemli siyasetçi ama bir sürü siyasetçiden de sadece biri ve Türkiye siyaseti sadece başbakanın dediği ile yürümüyor. Şimdi başbakan yanlış bir şey yapıyorsa başka biri doğru bir şey yapsın ve onun rolünü çalsın, onun tabanındaki o insanları kendine çeksin. Çünkü bu bir siyasettir. Eğer başbakan yanlış yaparken diğerleri de doğruyu yapmamakta ısrarcı iseler ve başbakan yanlış yapmasına rağmen eğer %55 gibi bir oy alacaksa önümüzdeki seçimlerde, kimse de çıkıp sen niye böyle yaptın diyemez. Ahlaken diyebilir yani demokratik ilkeler açısından diyebilir ama gerçek siyaset açısından söyleyemeyiz. Çünkü reel politik açısından çok basit bir kural vardır, bir siyasetçi yanlış yaptığında muhakkak bir başka siyasetçi o yanlışı kullanır, doğruyu yapar ve onun oyunu alır.



Gezi olayları ile çözüm süreci arasında bir ilişki görüyor musunuz?



Birçok insan Gezi ile çözüm süreci arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Çok basit bir nedenden ötürü, hükümet bu olayı anlayabilecek yeteneği gösterebilseydi, zaten bu olay hiçbir şekilde buralara gelmeden, çok daha önceden, belki de Taksim Platformu’yla Belediye arasındaki bir takım konuşmalarla başka bir mecraya doğru gidecekti. Zaten yargı süreci var, yargı sürecide buna izin vermiyor. Ortada aslında hiçbir sorun yok. Ortada kavga edecek bir mesele yok. Bu kadar büyümesi biraz da hükümetin yanlışından oldu. İlk yanlışı hükümet yaptı. O zamanda bu çok komplo ile açıklanabilir bir şey değil, çünkü hükümet yanlışı yapmasaydı zaten bunlar olmayacaktı. Ama o yanlıştan sonra nasıl kullanıldı diye baktığımız zaman tabi ki birçok insan, özellikle Kürtler bu olayın büyümesinin, sokaklara doğru taşmasının çözüm sürecini baltalayacağını düşündüler. Çünkü bu tür olaylar önce hükümeti zayıflatıyor. Bir kere hükümet zayıflarsa tehlikeli çünkü çözüm sürecini yürütmez. Öte yandan Ak Parti zayıf hissettiği zaman kendisini milliyetçileşerek yükselecekse -bu mitinglerdeki gibi- bu da Kürt meselesini çözemez. Kürt meselesi açısından hem güçlü bir Ak Parti lazım, hem de milliyetçileşmekten uzak bir Ak parti lazım. O yüzden Kürtler çok haklı olarak tedirgin oldular. Ama sırf buradan hareketle Gezi çözüm sürecini engellemek için yapıldı demek bana çok fazla geliyor.



Gezi olayları sırasında BDP, “Hükümet adım at” sloganlı bir miting düzenledi, Öcalan’dan da uyarı geldi. Bu nedenle iki taraf arasında bir anlaşmazlık olduğuna yönelik bir kanaat oluştu. Böyle bir anlaşmazlık var mı? BDP’nin bu mitingleri ne anlama geliyor?



BDP’nin yaptığı o miting siyasi bir yanlıştı. BDP ve PKK kendilerine düşen işi öngördükleri ve söz verdikleri zaman aralığında kendi ellerinde olmayan nedenlerden ötürü yapamayacaklarını gördüler ve hemen ikinci aşamaya geçecek bir baskı ortamı kurmak istediler. Bu siyasi anlamda ahlaki bir olay değildi. Çünkü iki taraf arasında bir anlaşma yapılmış durumda, bir taraf hakikaten elinde olmayan nedenlerle buna uyamıyorsa bile yine oturup konuşmaları gerekiyor. Elinde olmayan nedenler dediğim şey PKK çekilsin isteniyor, PKK’nın tepeside bu emri vermiş durumda ve hareket başlamış durumda ama PKK aynı zamanda yüzde yüz kontrol edilebilir bir örgüt değil. Bir sürü uzantısı olan bir örgüt, aynı zamanda sosyolojik bir yapı buradan mutlaka bir sürü kaçak olacaktır ve şuanda da oluyor. Dolayısıyla da birisi çekilme başladı bu yeterli olsun diyor, öbür tarafta diyor ki sadece yüzde 15 çekildi, ben hepsi çekilmeden nasıl ilerleyeyim diyor. PKK tarafında da, hükümet tarafında da bir kötü niyet olduğunu düşünmüyorum. Hayatın kendisi çok komplikedir. PKK’da çok karmaşık bir yapı. İstediği kadar tepedekiler çekilin desin bu tam onların istediği gibi olmayabilir. Hükümetinde bunu anlayışla kabul etmesi lazım ve ona uygun olan yeni adımlar üretmesi lazım. Ve bunu da tabi Türkiye halkı tarafından kabul edilebilir olması lazım. Şuanda bu aşamadayız. Gerçek anlamda bir gerileme olacağını sanmıyorum. Ama bu tür yeniden tanımlama ihtiyacı hep olacak.



Başbakan raporu nasıl değerlendirdi? Yaklaşımı nedir? Bundan sonra ne tür adımlar atar?



Bu raporların içinde çok büyük oranda Başbakan'ın bilmediği şeyler yok. Ama daha derine indiğimiz zaman özellikle Güneydoğu, Doğu bölgelerindeki raporlarda hükümetin kullanabileceği ek bilgiler var diye düşünüyorum ve bu süreci yürütürken onlara çok yararlı olacaktır. Fakat bütün bunlar siyasi karara muhtaç. Hükümet ne yapacağını, ne yapmak istediğini büyük bir hızla toparlıyor ve bir kenara koyuyor. Bunların hayata geçmesi siyasi bazı momentlere muhtaç. O da PKK’nın çekilmesiyse, Eylül’de ilk fotoğrafı göreceğiz diye düşünüyorum. Bizim raporlarımız şunu sağlayacaktır, hükümet herhangi bir adım attığında o raporları referans göstererek zaten toplumsal destek bulduğunu ve toplumsal meşruiyeti olduğunu söyleme şansına kavuşacaktır. Ve bu onları daha da rahatlatacaktır, daha da cesur kılacaktır diye düşünüyorum.



Murat Belge ve Baskın Oran’ın heyetten ayrılmasını ve yönelttikleri eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?



Bunlar bireysel olaylardır. Oradaki 63 kişi oraya tek tek bireysel olarak davet edilmiş insanlar, oraya gelmeyi herkes kendisi kabul etti ve her an ayrılmakta mümkündü. Murat’ta, Baskın’da kendilerince, kendi ruh halleri nedeniyle bu işi devam ettirmenin, kendi gözlerindeki kendilerine bir tür hakaret gibi düşündüler. Bütün bu olaylar olurken, Başbakan bu kadar sert konuşurken, bizim şimdi öbür tarafta Kürt meselesini çözmek gibi çaba sarf ediyor olmamız, sanki bunlar yokmuş gibi davranmamız çokta ahlaki değil gibi bir tutum izlediler. Bu sonuç olarak bu arkadaşlarımızın ruh halini anlatan bir şeydi ve saygı görmesi gereken de bir tutumdur. Buna karşılık söylenecek iki şey var, bir tanesi Başbakan'ın tutumu bizi engellemiyor, yani biz yine hem Başbakan'ın tutumunu eleştirmeye devam edebiliriz, hem de Kürt meselesinin çözümü için katkı sunmaya devam edebiliriz. Bunda bir engel yoktu. İkincisi, benim konuştuğum birçok kişi şöyle bir ruh halinde, Başbakan ne yaparsa yapsın bizim aynı zamanda Kürtlere de bir sorumluluğumuz var, Kürt olmayanlara da bir sorumluğumuz var, topluma karşı bir sorumluluğumuz var. Dolayısıyla eğer onları savunabileceğim bir platform varsa, o halkların sesi olabileceğim bir platform varsa ben o platformdan çekilmek istemem.  



EYLEM YILMAZ



eylemyilmaz83@gmail.com



© MEDYATAVA


Sıradaki Haber İçin Sürükleyin