CEM DİZDAR: ‘BU ÜLKEDE SOLCU OLMAK ZOR İŞ. ONCA DARBE, İŞKENCE MİLLET SOLCU OLMASIN DİYE YAPILDI’

MEDYATAVA CUMARTESİ RÖPORTAJI: Sayım Çınar Milliyet’in Yazı İşleri Müdürü ve spor yorumcusu Cem Dizdar ile konuştu. Cem Dizdar, Milliyet’i, futbola bakış açısını, MHK Başkanı Bülent Yavuz'un asker olduğu dönemde yediği yumruğu ve yeni çıkacak Gazete Habertürk'le ilgili düşüncelerini anlattı.

Google Haberlere Abone ol
CEM DİZDAR: ‘BU ÜLKEDE SOLCU OLMAK ZOR İŞ. ONCA DARBE, İŞKENCE MİLLET SOLCU OLMASIN DİYE YAPILDI’






Uzun yıllardır basının içinde yer alıyorsunuz. Çok uzun süredir Milliyet gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yapıyorsunuz. Milliyet nasıl bir gazete? Biraz gazetenizi anlatabilir misiniz?



Orada çalışıyorum diye söylemiyorum ama Milliyet iyi bir gazete, hatta zaman zaman habercilik bağlamında -ki bu zaman zamanlık sıklıkla gerçekleşir- 'çok iyi gazete' gibi gelir bana. Haklar, özgürlükler gibi temel konularda rotası belli. Bu bağlamda açık seçik ilerici bir gazete. Habere konu olan olay ya da öznelere karşı mesafesini ayarlama konusunda gayet dikkatli bir gazete. Dili hoyrat değil, provokatif hiç değil. Bu açıdan haberle okuyucu arasına girmeden, değerlendirmeyi daha çok okuruna bırakmayı tercih eden bir dile sahip. Ama bu mesele malum meseledir, taşıdığınız şeye, ki burada konu haber, bir parça renginiz de bulaşır ister istemez. Bu da kaçınılmaz bir durumdur. Yani bütün mesafeliliğine rağmen işin gereği olarak haber seçiminde ve dilinde bir tarafı vardır Milliyet'in. O da, doğrulardan yana olmak, en azından bu konuda uyanık olmak konusunda samimi bir gayret içindedir…




1990'larla 2000'ler arasındaki basın farkını nasıl yorumlarsınız? Sizce basın nereye doğru gidiyor?



2000'lerden kastımız günümüzü de kapsayan yakın bir zaman dilimiyse, elbette keskin bir fark var. Türkiye'de yaşayanlar, tarihlerinin hiçbir döneminde iktidarla bu denli bütünleşmiş bu kadar çok sayıda gazetenin varlığına şahit olmamıştı örneğin. Ama bu da kaçınılmaz bir durum. Bu kadar güçlenen bir fikriyat elbette kendi enstrümanlarını da yaratacaktı. Kendi adıma ben buna hiç şaşırmam. Şaşıracağım şey, ivmesi düşse bile yükselen bu harekete karşı pozisyonda durmak isteyenlerin ya da durduğunu iddia edenlerin dağınıklığı, kafa karışıklığı, üşengeçliği, ataletidir.



Ben aklımın becerebildiği kadarıyla genellemelerden kaçınmaya çalışırım. Çünkü bilirim, genel olan yanlıştır. O nedenle "Basın nereye gidiyor?" sorusunun tek yanıtı olamaz benim için. Çünkü basın tekil bir kavram gibi duruyorsa da bu bizi yanıltmasın. Her gazete, her televizyon kanalı, her radyo, her internet sitesi bambaşka yaşam önerileri, bambaşka gelecek tasavvurları ve bambaşka iddialarla yol alıyor. Haliyle bunların hepsinin aynı yöne gittiği düşünülemez.



Türkiye'deki entelektüeller hakkında neler düşünüyorsunuz? Büyük gazetelerdeki yazarların durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?



Kendimi de dâhil ederek söylüyorum bu ülkede yaşayanların ezici çoğunluğundaki ‘yöntem sorunu’, kaçınılmaz olarak en azından göz önünde olan bazı entelektüellerde de var diye düşünüyorum. Şerbetli olmam gerek ama bazen hala çok şaşırıyorum olan bitene. Örneğin, nasıl oluyor da Mete Tunçay 'Abant Toplantıları'na oturum başkanlığı yapabiliyor? Hasan Bülent Kahraman nasıl oluyor da Fehmi Koru'ya "Üstadımız" tonundan konuşabiliyor. Fehmi Koru'yu beğenmediğim sonucu çıkarılmasın buradan ama 'üstat' biraz zor kullanılması gereken bir kavram benim için hala. Koru'ya "üstat" diyeceksek örneğin Alaeddin Şenel'e, Korkut Boratav'a hangi sıfatı yakıştırabiliriz?



Büyük gazetelerdeki yazarlardan düzenli okuduklarım var, göz atıp geçtiklerim var. İşim gereği Milliyet'teki yazarları gün içinde okuyorum zaten. Doğrusu ya sarkastik yazılardan fikri baştan çıkarıcı olsa bile çok hoşlanmıyorum. Bana sanki, doğru kavranan bir meseleyi hafifletiyor gibi gelir o tür yazılar. Belki yanlış düşünüyorum, bilmiyorum ama fazla sarkastiklik hakikaten göz çıkarıyor. Sanırım bu alaycı eleştirel dilden sıkıldım. Ben de hep bir aynılık duygusu uyandırıyor bu tür yazılar.



Evet iyi yazılar oluyor çoğu ama sanki çok temel bir sorunu ıskalıyorlar gibi geliyor bana; kafasında soru işareti bırakma ve buna bağlı olarak onu harekete geçirme konusunda okuru edilgenleştirdiğini düşünüyorum bu yazıların. Tabii, bir köşe yazarının "soru işareti" bırakma ve okuru "harekete geçirme" gibi bir zorunluluğu var mı derseniz, ben "Var" diyenlerin tarafındayım...




Türk basınındaki solcular hakkında ne düşünüyorsunuz?



Bu ülkede solcu olmak zor iş, meşakkatli iş, belalı iş. Onca darbe, işkence, baskı millet solcu olmasın diye yapıldı.



Ne yazık ki artık solculuğun ne olduğundan çok solculuktan ne anladığımız tartışılıyor. Örneğin, ulusalcılara bile solcu deniyor ülkede. Tuhaf! Referans kitapların hiçbirinde rastlamadım böyle bir tanıma. Solun oturduğu zemin belli, 'sınıf mücadelesi' ve enternasyonalizm. Milliyetçi zeminli hareketlerin pratikleri zaman zaman 'sol'muş gibi görünse de, değiller. Hatta ilgileri yok. Benim için soru çok çetrefilli değil "Kimden yanasın ve ne istiyorsun?" Eğitimde, sağlıkta paralı/parasız tercihin nedir? Bu basit sorulara verilecek yanıtlar en azından günümüzde benim sol için turnusolumdur. Ben hala iyi ve doğru yazılmış bir haberle, iyi çekilmiş bir fotoğrafla, iyi bir başlık iyi bir spotla dünyanın değiştirilebileceğine inananlardanım. Bu nedenle basında 'sol'dan düşünen arkadaşların bu ülkenin geleceği için çok önemli işler yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Bütün eksiklerine rağmen yoklukları felaket olurdu.




Siz felsefe eğitimi almış bir gazetecisiniz. Futbol yazıları yazarken, felsefeden ne kadar yararlanıyorsunuz?



Şimdi, bu felsefe sözü çok büyülü duruyor hele de futbolla yan yana gelince. Benim felsefe eğitimim öyle aman aman bir şey değil. Sonuçta üniversitede bir 4 yıl, diğer arkadaşlarım kadar ben de okudum. Üstüne de biri iktisatta biri felsefede başarısız iki master girişimi, o kadar. Çok şey öğrendiğim açık ama 'felsefe' gibi büyük sabır ve aynı zamanda da derinlik isteyen bir alanda, sanki öyleymişim gibi yapmam hakikaten ayıp olur. Sonuçta, muhakkak ki hayata ve olgulara karşı soru üretme gibi bir katkı yaptı bana felsefe bölümüne gitmiş olmam. Ama gerek benim 'ısrar etme' hali karşısındaki dayanaksız genlerim, gerekse taşradan getirdiğim yöntemsizlik gibi hala gidermekte zorlandığım aksaklıklarım, felsefeyle de hayatımdaki birçok şey gibi yarım yamalak, yalapşap ilgilenmeme yol açtı.



Gelelim futbol yazarlığı meselesine. Hayatımdaki birçok şey gibi o da tesadüfî oldu. Çok sevdiğim arkadaşım Fanatik Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Necil Ülgen, "Bize Beşiktaş yazsana" dedi. "Olur" dedim, başladım. Ancak serbest işlerde disiplin sorunum olduğu için hala düzenli yazamam. Aklıma bir şey gelince, keyfim yerindeyse ya da öfkem kabarmışsa yazabiliyorum.


Malum, futbol da bütün oyunlar gibi 'kültür'dür. Haliyle zengin ve çok öğretici, ilerletici bir içeriğe sahiptir. Ama onu doğru okumak koşuluyla. Futbol aslında bize bu hayatta kim olduğumuzu ve nerede durduğumuzu da gösterir. Bu ona nereden ve nasıl baktığımıza bağlıdır. "Basit bir oyun yahu! Bu kadar büyük lafa bu kadar kafa yormaya gerek yok" diyorsanız bence futbolu anlamıyorsunuz. Etrafına bu kadar kuvvetli iktidar ilişkileri örebilen kaç oyun biliyorsunuz? Kaç oyun bu kadar muazzam bir kalabalığın eğlenmesine, gülmesine, üzülmesine neden olabiliyor? Kaç oyun biliyorsunuz insanı bu kadar derinden etkileyebilen?



Şu paragraf bile felsefe bölümünde okumuş olmanın nimetidir sanıyorum. (Gülüyor..)




Geçenler de İletişim yayınlarından Mehmet Yılmaz’ın Samsunspor’la ilgili bir kitabı yayımlandı. Bu kitapta sizin de bir yazınız var. Samsunspor’la nasıl bir ilişkiniz var?



O kitap için daha önce tanışmadığım, ama çok kıymetli bir arkadaş olduğunu bildiğim Tanıl Bora aradı. Kitabın içeriğini anlattı, bana "Sen de bir şey yazar mısın?" dedi. Benden bir şey istenince "Hayır, olmaz" dediğim çok azdır. Bu da hayatta başıma çok iş açar. Tıpkı şu röportaj için sana "Hayır" diyememem gibi. Sonra kitabı derleyen Mehmet Yılmaz'la bir kaç telefonda konuşup bir iki mailleştik. Sonuçta yazdığım bilimsel ya da felsefi bir metin değil, geçmişe dair hatırladığım -artık ne kadarını doğru hatırlıyorsam, belki de birçoğunu uydurdum ya da öyle olduğunu hayal ettim, bilemiyorum- şeylerdi. Bir de nedense sanki o şehre, doğup büyüdüğü yere dair tuhaf bir biçimde bir vefa borcum var gibi hissettim. Sonuçta gayet güzel bir kitap olmuş. Yazan çizen, projeyi düşünen herkesin eline sağlık.



Samsunspor'la ilgime gelince. Şu anda takımın başındaki hoca Ercüment Hülagü Coşkundere liseden sınıf arkadaşımdır. Samsunspor'da oynarken çok izlemiştim onu. Doğrusu aman aman bir futbolcu değildi ama işini yapardı. Ama akıllıdır benim arkadaşım takımı iyi bir yere getirir. Ben de Samsun'a gittikçe denk gelirsem mutlaka maça giderim. Bir de hafta sonları, yenilmelerine gerek yok, berabere bile kalsalar içim cız eder. Öyle aman aman Samsunspor taraftarı da değilimdir ama kan demek ki böyle bir şey. Yani "Şekeri ne kadar ezersen ez yine şeker..." durumu biraz da...




Bir futbol programında eski MHK Başkanı Bülent Yavuz'un asker olduğu dönemde sizi dövdüğünü açıkladınız. Daha sonra bu olayla ilgili Bülent Yavuz, bu durumu hatırlamadığını söyledi. Bu konuya bir açıklık getirir misiniz?



Onun hatırlamasına gerek yok. Yumruğu yiyen benim, ben hatırlıyorum. Onlar unutacak, biz hiç aklımızdan çıkarmayacağız, mesele bu. Ha, ben orda işkence görmedim, benimkine zamanın şartları içinde "gözaltında kötü muamele" denirdi. Karşımızdaki hücrelere işkenceden dönen insanların boş çuval gibi bırakıldıklarını görünce sanırım içimden "Bizimkiler benim sadakayı epey fazla tutmuş olmalı" diye geçirmişimdir herhalde...




Siz futbola biraz tribün tarafından bakan birisiniz. Biraz tribün sevdanızdan bahseder misiniz?



Futbolu seviyorum, şimdilerde göbeğim ve bacaklarım pek el vermese de top oynamayı seviyorum, maça gitmeyi seviyorum, oradaki çocukları seviyorum, onların o bıçkın hallerini, o haşinmiş gibi duran davranışlarını, jestlerini seviyorum. Keşke başka yerlerde de yapabilseler, tribünde organize olabilme, örgütlenebilme becerilerini seviyorum. Büyük çoğunluğu iyi çocuklar. Bizim Beşiktaş tribünü için söylüyorum, kaybetsek bile orada çok eğleniyoruz. Kendimizi daha iyi hissediyoruz. Bu da az bir şey değil...



12 Eylül darbesini görmüş birisi olarak, son dönemde ortaya çıkan Ergenekon olayları ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu gerçekten anti-demokratik bir darbeci hareket miydi yoksa birileri tarafından öyle mi gösterilmek istendi?



Devlet içinde yuvalanmış resmi ya da gayrı resmi çetelerin olmadığını düşünmek, bu ülkede yaşamıyor olmak anlamına gelir benim için. Bu operasyon da bu nedenle çok anlamlı. Bu kadar insanı öldürülmüş, toplu katliamlara varan eylemler yaşamış, faili meçhullerin alıp başını gittiği bir ülkede bu içerikli operasyonlardan rahatsız olmak benim anlayabileceğim türden şeyler değil.



Böyle düşünmekle birlikte liberallerin ya da muhafazakârların arkasında saf tutmak gibi bir düşüncem de hiçbir zaman olmadı. Evet, bir mücadele yürütülüyor ve mücadelenin bu boyutuna yapabileceğim tüm katkıyı gerek işimde gerek de gündelik yaşamdaki teorik tartışmalarda yapmaya çalışıyorum. Aklımın erdiği gücümün yettiğince Ergenekon vari örgütlenmelere karşı mücadele platformlarına katkı sağlayacağım. Ancak bir kıyıdan operasyon yürütülürken bu arada da zaten kendisini ince ince tesis eden bir ideolojik hegemonyanın halkalarının genişlemesine de, kimse kusura bakmasın katkı sağlayamam.



Benim bu hayata, geleceğe dair bir fikrim var. Onu da her fırsatta söylüyorum elimden geldiğince de pratiğe indirmeye çalışıyorum. Haliyle benim Ergenekon operasyonuna dair onayım çetelerle mücadele alanında.



Bu operasyonun toplumun en geniş kesiminin onayını almasını istiyorum. Bunun için de gözden kaçırılmaması, mutlaka yapılması gerekenler var. Çok sayıda hukukçunun itiraz ettiği yargılama sürecinin uzunluğu, iddianamenin karmaşıklığı, hala neyle suçlandıklarını bilmeden içeride yatan insanların olması, davayla hiçbir ilgisi olmayan özel telefon görüşmelerinin deşifre edilmesi gibi temel noktalarda ciddi hatalar yapıldığını düşünüyorum.



Evet, belki şu söylenebilir; "Karşımızda ciddi bir organizasyon var ve bunun çökertilmesi için klasik/tanıdık yöntemler daha önceden de bilindiği gibi işe yaramıyor..." Yine de hukukun temel çizgisinden sapmadan, tutarlı ve kararlı bir biçimde çetelerin üzerine gidilebilir diye düşünüyorum.







Çalıştığınız medya kuruluşları içinde, en çok nerede huzurlu oldunuz? Basının geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz?



Ben arkadaşlarımın olduğu her yerde ve her işte hep neşe içinde çalıştım. Gazetecilik gergin iştir. Bağırışı çağırışı fazladır ama birbirine anlamaya gayret eden insanlar ne kadar fazlaysa iş o kadar iyi olur. Elbette bu hayatta iyiliğimin dokunduğu insanlar gibi bilmeden, istemeden de olsa birilerine yanlışım olmuştur. Ama bu kötü niyetimden değil, aklımın ve ruhumun bir an elimden kaçması, bir an boş bulunmamla ilgilidir. Böyle birisi varsa samimiyetle özür dilerim.




Son olarak, Ciner Grubu medyadaki yatırımlarına hızla devam ediyor? Ciner grubunun çıkartmayı planladığı yeni gazeteden umutlu musunuz?



Elbette umutluyum. Ne kadar çok gazete o kadar çok çalışan demektir. Yeni gazete artabilecek yeni okur sayısı demektir. Yeni düşünceler, farklı bakışlar, zenginlik demektir. Herkesten öğrenecek bir şeylerimiz varken bir gazeteci yeni çıkacak bir gazeteden umutsuz olur mu?







SAYIM ÇINAR


sayimc@superonline.com


Sıradaki Haber İçin Sürükleyin