Başar BAŞARAN / BİRGÜN
Beki'nin kuyuya attığı taşı çıkarırken
Mizah, zekânın akıldan paçasını kurtarıp özgürleştiği yerde ortaya çıkar. Bu sebepten ele avuca sığmaz ve parıltılıdır. Sürüden ayrı olduğundan yapacakları önceden kestirilemez. Bu tekinsizlik, insanın cemiyetçe olduğu sanılan sınırların dışına koşmasının eseridir. Bilinçli olarak yoldan çıkmaktan söz ediyorum. O halde delilik ve cesaret mizahın hem özünü, hem de yöntemini oluşturur. Zira herkes gibi olmayan her şey gibi, o da yürüdüğü yolu kendisi açmak zorunda kaldığından bir teşrifat imkânını en baştan yadsımıştır. Dolayısıyla, mizahsa hürdür, hür değilse mizah değildir. Düzene ve onun içimizdeki idare amiri olan akla itirazıyla isyankâr ve romantiktir. Kandırmaya ve kandırılmaya meyilli kalabalıkların içinde, yalana bir direnç noktasıdır. Bir çağrı, öneriden ve uzlaşıdan ziyade hırçın bir tebliğ, tepeden bakan bir alaydır.
Zekâ mizah sayesinde yaşamın bildiğimiz halini deforme eder, verili dünyaya kendi öznel tasarımını dayatır. Bu eylem, içine doğduğu çevre tarafından esir alınmak istenen insanın bir çeşit savunma mekanizmasıdır. Varolanları üç yerde biliyoruz; dış dünyada, aklımızda ve dilimizde. İnsan mizahla, hepsini yeniden yaratabilmektedir. O bakımdan espri, en gayri ciddi olduğu anda bile başka bir dünya imkânını tartıştıracak kadar ciddi olabilir. Bu diyalektik mizahın özünü oluşturur. Bunun için şekiller eğilip bükülür, kelimeler devrilir, kavramlar birbirlerinin yerine kullanılır. Kendi perspektifine yaslanan mizahçı tüm beşeri ve ilahi tanrılara meydan okumaktadır. Özgür bir zekânın açıklığı ile görebildiğinden kendisinden emin ve sahicidir. Başka türlüsüne ikna olmaz. O yüzden mizahçılar inatçıdır. Direten ve dayatandır. Düzene bir reddiye olarak mizahın hep muhalefete yazgılı olmasının sebebi budur. Çünkü uzlaşan zekâ değil akıldır. Dolayısıyla mizah demek çatışma demektir. O bakımdan fincancı katırlarının sansür ve susturma çabaları bu durumun tahmin edilebilir bir sonucudur.
MİZAH HAYATLA SINANIR BASKIYLA DEĞİL..
Tartışma düzlemimizi, güce tapmak için mabede çevrilmiş zihinlerden
çıkan tuhaf argümanlar belirlemese en basit şeyleri bile anlatırken
bulmazdık kendimizi. Bu yüzden, Akif Beki’nin ‘’ Sansür olunca
mizah olur, mizah yok, demek ki sansür de yok’’ yollu sözleri
yüzünden, mizah karşısında sansürün bir neden değil sonuç olduğunun
altını yeniden çizmeliyim. Mizahı belirleyen sansür değildir,
sansürü mizah belirler Çünkü mizah insanın yaratıcı özgürlüğünün
içinden bağımsız olarak doğar. Öyle ki doğuşunu çıktığı zihne bile
dayatır. Yaptığınız bir esprinin ardından kendi söylediğinize
şaşırdığınız çok olur. Bu zihinsel bir olanağınızın size göz
kırpmasıdır. Dolayısıyla bir sansürden söz edeceksek bu ancak mizah
ortaya çıktıktan sonra karşılaşılacak bir durumdur. Onun etkisini
önlemek için bir girişimdir. Çünkü her iktidar, sahibi olduğu
düzenin sorgulanmasından rahatsız olur.
Mizahın hep tersyüz ettiği ise egemenin meşruiyetini dayandırdığı doğrulardır. O bakımdan otorite, zekânın ve mizahın düşmanıdır. Evde sert bir baba, sınıfta öğretmen, kışlada başçavuş, ülkede başbakan, hiçbir muktedir şakadan hoşlanmaz. Onlar kendi vaaz ettikleri aklın buyruğunda davranan insanlar hayal etmektedir. Aynı sudan içenler aynı tavırları gösterdikçe memnun olurlar. Çünkü insanlar en kolay biteviyeleştikçe yönetilebilirler. Oysa mizah yapan zekâ, beklentileri hep terse yatırandır.
Sansür girişimleri her daim beyhude olmuştur zira kendi aklının denetiminden kurtulabilmiş bir zekânın başkaca bir otoriteye boyun eğmesi mümkün değildir. Mizah evcilleşmez, evcilleşmiş gülmecenin kıymet-i harbiyesi olmaz. Tanpınar’ın deyimiyle tanrısı ölmüş, özünü kaybetmiş olur. O bakımdan bugün düzene içre bazı faaliyetlerden mizah diye söz edilmesinde gülünç olan sadece bu tarif çabasıdır. İktidarda bir mizah oksimorondan başka bir şey değildir. Sözgelimi Salih Memecan bir çiftlik çipurası bile değildir. Düğmesine basınca aynı şarkıyı söyleyen oyuncak bir balıktır. Panayır cambazlarına sanatçı dedirtmek sirk sahiplerinin buluşudur. Oysa sanatçı çadırların ipini sökendir. Bu anlamda mizah istibdatla yılmaz. Onun imtihanı hayatladır. Çünkü mizah yaşamın içinden doğmaktadır. Onu belirleyen umut ve idealdir. Sınıfta dersi kaynattıran bir teneffüs olasılığıdır. Bir ülkede mizah azalıyorsa bu her şey tıkırında olduğundan değil karamsarlıktan olabilir. Zira mizahın belası da yeisdir.
FERHAN ŞENSOY’DAN CEM YILMAZ’A ORADAN ŞAHAN’A
Karamsarlık melankoliyi, melankoli nihilizmi, nihilizm de sürekli
ve sinik bir ironiyi getirir. Devrimci mizah sosyal hassasiyet
içermeyen, inançsız bir istihza ile ikame edildiğinde artık zekâ
kendisini özgür hissetmez. Esaretinin farkındadır. Bu bir
çıkışsızlık duygusudur. Bugün Akif Beki’nin kendisine yonttuğu
gerileme böylesi bir nedenden ortaya çıkmaktadır. Ve suçlusu Akif
Beki tipolojisini de yaratan sistemin getirdiği menfaatperest
yozlaşmadır. Her dalda sanat bu yüzden erimektedir. Tepki geriye
çekildiğinde düzen, nihilist ironiyi alkışlar. Mesaj kaygısız
esprilerine çok güldüğümüz Cem Yılmaz, saz çalan bir meddah olarak
Ferhan Şensoy’un yerine böyle doğmuştur. İkisinden birine ‘modern
meddah’ derken ’modern’ kelimesi özün ölümünün nişanı gibidir.
Eski meddah yakılmış bir tiyatronun küllerinde saz çalarken, modern olanı satın aldığı lüks arabaların listesini yayımlamaktadır. Saatlerce adeta tuhaf bir katharsis halinde yaşanan kahkaha seanslarından geriye izleyenlerin aklında bir şey kalmaması ile övünmektedir. Suya yazmış olmaktan yüksünmez, aldığı paraya bakmaktadır. Diğeri ise bir söz söylemek, söylediğinin karşılığını seyreden de görebilmek için didinmiştir. Hayatı boyunca politizedir. Bunun yanında Cem Yılmaz siyasete ve sosyal dertlere dair zinhar tek kelime etmez. Etmek zorunda mıdır? Bu sorunun güvencesi ona şimdiki zamanın sağladığı kalkandır. Oysa dün, yani sanatın kavgaya, kavganın hayata, hayatın da umuda ilişkin olduğu günlerde böyle bir soruyu sormak bile ayıplanmak için yeterli olurdu. Evet, etmek zorundadır. Zekâsının sorumluluğu ve insan olmak bunu gerektirir. Aksi halde düzenin dişlisidir. Öyle de olmuştur.
Modern meddahta seyircinin izlediğinden ilham alabilme şansı yiter. Bundan yirmi yıl önce Ferhan Şensoy’u takip etmiş bir gencin aklına Çehov düşerdi, Brecht düşerdi, Karl Valentin düşerdi, Haldun Taner, Beckett, İsmail Dümbüllü düşerdi. Bu şekliyle mizah, meraklı bir çocuk için bir dünya görüşüne, bir tavra evrilirdi. Oysa bugün Cem Yılmaz izleyen bir genç için ondan bir yere varmak mümkün değildir. Bir gelenekle bağın kesilmesidir. Sadri Alışık selamı onu bir yere ait kılmamaktadır. Onu izleyenler en fazla Yılmaz gibi zeki, zengin ve ünlü olmak isterler. Bu durumun meşhur bir futbolcu ile fanatikleri arasındaki ilişkiden bir farkı yoktur. Mizah meselesinden arındırılmış, salt eğlenceye dönmüştür. Elimizde kalan bir tatil köyü şovudur. Buna karşın zaman, Ferhan Şensoy’u tarihe süpürürken bizlere o muhteşem zekânın giderek aldığı trajik hali izletmiştir.
Onun tükenişi bir savaşın nasıl kaybedildiğinin resmidir. Ancak gelin görün ki cephenin öbür tarafında da durum aynıdır. Oyunun sistemden başka kazananı olmamaktadır. Zira bugün Cem Yılmaz da yerini olanca süfliliği ile Şahan Gökbakar’a bırakmaktadır. Yaş itibariyle bir önceki zihniyete dokunmuş, karikatür geleneğine değebilmiş olması ile bir geçiş kuşağı olan ve belli bir kalite içeren Cem Yılmaz’ın yerine, bu geleneğin izi de silinmiş yeni rol model yükselmektedir. Şimdilerde Gökbakar İstinye Park’ da güzel arabalar ve kadınlarla dolaşmakta, Cem Yılmaz’ın da dehşet duyacağı bayağılıktaki filmlerle onun erişemeyeceği seyirci rekorları kırmaktadır. Yozlaşma zamanlarında hep gelen gideni aratır. Şahan’ın Cem Yılmaz’a meydan okuyan sözleri, arkasından estiğini hissettiği rüzgâr sayesindedir. O esnam-ı zamanın yelidir. Bayağılıkları ve etliye sütlüye karışmamayı yücelten sistem bu insanları parayı boğmakta, onları her gün yeni payeler ve imkânlarla şımartmaktadır.
AZİZ NESİN SEN MİSİN ?
Buna karşın düzenin kendisini rahatsız eden sahici mizahla kurduğu
ilişkiye bakacaksak Aziz Nesin’in şu sözlerine hep kulak vermek
gerekir, ‘’ İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir, odasına
girer girmez, sen misin Aziz Nesin? diye sordu. Genellikle
tanımayanlar beni iri yarı sanarlar da, sonra ufak tefek olduğumu
görünce şaşırırlar. Ahmet Demir de onun için böyle soruyor sandım.
Açık bulunan ceketimin önünü ilikleyerek, ona yaklaştım ve Evet
benim, dedim. Söz ağzımdan çıkar çıkmaz yüzümde müthiş bir şamar
şakladı. Ne olduğumu, neye uğradığımı şaşırdım. Bu tokadın
arkasından Ahmet Demir, ‘Ulan İt sen misin o vatanı satacak ulan!’
diye bağırdı. Ne oluyorduk, ne satıyorduk, kime satıyorduk? Ben bu
şaşkınlıkla kim bilir suratlarına nasıl bakmışım bilmiyorum. Yine
bağırdı, ‘ Ulan ne bakıyorsun muavin beyin suratına!’. Ondan sonra
sille, tokat, tekme girişti. Sonra kolu mu yoruldu,
sakinleşti mi, bilmiyorum, yaşamımda duymadığım küfürleri
savurduktan sonra ‘ Gönderin’ diye bağırdı. ‘’
Egemenin bu tavrı uğursuz bir süreklilikle aynen devam etmekte ya da etme potansiyelini hep taşımaktadır. Buna karşın bu dergiler ve devamındakiler bu muamelelere pabuç bırakmadan, onlara rağmen, hatta onlarla alay ederek bu ülkede çıktılar, çıkarlar.
Bu yüzden sansürün varlığı ya da yokluğu mizahı tayin etmez. Onu belirleyen hayatın ve sanatçının içindeki mücadele umududur. Her konuda ihtiyacını hissettiğimiz işte bu umudunun tazelenmesidir. Bugün ataletin ve nihilizmin vicdan rahatlatıcısı olan bir ironiye değil, Marko Paşa’nın neşesine ve azmine ihtiyacımız vardır. Bize Eminönü’nde bağıra çağıra gazete sattıracak bir inanç gereklidir. Hem de aklımızda bal gibi tatlı bir türküyle…