'Bir İstanbul Masalı' değil, 'Bir Ankara Polisiyesi'... Behzat Ç.’ye buruk veda!

Ve birden bir tayfa türeyiverdi. Romanlar, öyküler yazıp, Ankara’yı onlara ev yaptılar. Ankara gibi yazdılar.

Google Haberlere Abone ol
'Bir İstanbul Masalı' değil, 'Bir Ankara Polisiyesi'... Behzat Ç.’ye buruk veda!

“Bir Cinayet başka bir cinayeti hatırlatır her zaman”



“Ben bu diziyi niye bu kadar sevdim?” sorusuna cevap arama çabasının yazısıdır: Bu soruya yanıt aramak ya da bir televizyon draması üzerine oturup düşünmek için muhtelif nedenler sayılabilir.



İlk elden iletişim çalışmaları içinden bir anlama çabası gelebilir. Ancak bu yazıda okuyacağınız böyle bir çabanın bir parçası değil. Bu yazı, yayından kalkma/kaldırılma tehlikesi karşısında “birlikte izleme eylemleri” yapılmış, yayını sırasında ve sonrasında sosyal medyada, hafta başında okullarda, iş yerlerinde bir fasıl muhabbeti çevrilmiş,  final bölümü Sakarya Meydanı’nda birlikte izlenmiş, kısacası birbirine temas eden izleyici topluluğu da yaratma yönünde adım atabilmiş bir diziyle ilgili akıl yürütmedir. İlk bölümlerinden itibaren “yerli polisiye” olarak alışkanlıklarımız dışına çıkan Behzat Ç. yayında olduğu üç sezon boyunca çok konuşuldu, üzerine çok şey yazıldı. Dizideki “erkeklik”, “kadınlık”, şiddet ve elbette adını aldığı kent, Ankara mevzu edildi. Ben ise bu yazıda bütün bu yazılanları yeri geldikçe hatırlatacak ancak ağırlıkla bir “tanıdıklık” meselesinin altını çizeceğim ve en başta sorduğum soruya cevaben üç neden saymaya çalışacağım.



“Bir İstanbul Masalı” değil, Bir Ankara Polisiyesi:



-       Şair arkadaş,



Bir Derdin mi var



Bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden



Ankara’ya gelmelisin



Cemal Süreya



 Ankaracılar, diziyi kentlerini ne kadar sevdiklerini anlatmaya vesile yaptılar kimi zaman. Bir vesileye ihtiyaç duymaları anlaşılabilirdi zira Ankara’nın rakibi dişliydi. Karşısında “içinden deniz geçen şehir” İstanbul vardı. Gösterilmeye değer olanın tartışmasız mekânı İstanbul karşısında “sonradan olma” şehir Ankara hakkında güzelleme yapmak zordu[1]. Kaldı ki bu şehir “Cumhuriyet Ütopyası”[2] olmanın yükünü yıllardır sırtında taşıyordu. Bürokratik devlet aygıtının, vesayetçi cumhuriyet ideolojisinin fiziki mekanı olduğu kadar “gri”liği ve soğukluğuyla memlekette işlerin yolunda gitmeyişinin metaforik merkezi olan bir şehirden söz etmek için çok malzeme biriktirmek gerekiyordu. Sözel ve görsel anlatı dünyasının çeşitli parçalarını üretip, yan yana getiren pek çok kişinin cephaneliğinde bu “gri” şehrin kaldırımlarından sökülmüş taşların olması, bu ayazın tedrisatından geçip “Bizans”a gidilmiş olması da durumu hafiflet(e)memişti. Ankara öğrencilik anılarının, kampüs fotoğraflarının mekânı olmuş, okullar bitirilince meslek kampüslerin dışında, “hayatın içinde”, İstanbul’da icra edilir olmuştu. Elbette gitmeyenler vardı. Sanki geride yalnızca İstanbul’a gidemeyenler kalmıştı. Oysa Murat Sevinç, Behzat Ç. Ankara’dır yazısında ne güzel sormuştu[3]: Bir yeri sevmenin hazzı bir başkasını sevmemekte midir?



Ve birden bir tayfa türeyiverdi. Romanlar, öyküler yazıp, Ankara’yı onlara ev yaptılar. Ankara gibi yazdılar. Güzelliği “manzaralı” olmasından değil, gündelik olanın içinden çıkmasındandı, öyle olduğu gibi, süssüz ve “ben de hep böyle düşünmüştüm”, “ben de oraya gittiğimde bunu hissetmiştim” dedirten bir bağ örüp, işlerini çok iyi yaptılar. Ankaralı olmanın çeşitli hallerini anlattılar, Ankaracılara repertuar sundular. Barış Bıçakçı, bir Ankaralılık halini “Üniversitenin tatsız tuzsuz ortamından beslenen bir solculuk, şiir sevgisi, hafta sonu maçlara gitmeye dek varan Gençlerbirliği tutkusu, Kubrick filmlerine duyulan ölçüsüz bir hayranlık ve tabii Sakarya Caddesi’ndeki birahanelere devamlılık”[4] diyerek birkaç satırda özetledi ve elbette gönülleri fethetti. Burhan Sönmez, bir çeşit “fantastik” dünya yaratmış ama çok uzağa gitmemiş Haymana Ovası’nda kalmıştı. Emrah Serbes Behzat’ı Dikmen’de, Cebeci’de dolaştırıyordu. “Kültür Başkenti”nin gölgesinde, usulca, inatçı bir edebi damarı aslında hep koruyan Ankara’nın sevenleri, bu kitapları bir tanıdıklık hissiyle sevdi. Derken bu tanıdıklığın coşkusu ekranda parlayıverdi[5]. Emrah Serbes’in “arızalı” komiseri, Erdal Beşikçioğlu’nun üstün performansıyla ayağa dikilmişti. Ekranda hep ol(a)mayacağı gibileri izleyenlerin karşısına “tanıdık bir hoyratlık”la çıkıvermişti Behzat[6]. Ankaracılar, ekranda yalnızca kentlerinde geçen bir hikâye değil, aynı zamanda kentlerinin de anlatıldığı bir hikâyeyi görünce, gurbet elde bir hemşehri görme sevinci yaşadılar sanırım. Bu “Bir İstanbul Masalı” değildi. Dünya panoramik boğaz manzarası kadar güzel bir yer değildi, Ankara hiç değildi. Tanıl Bora, Ankara’yı güzelleştiren şeyin, insanların birbirlerine ve kendilerine özenmeleri olduğunu söyler, sözünü ettiği özenin ne kadarı bakidir bilemem ama baki kalan şey yine Bora’nın hatırlattığı “ferah dost sohbetiyle dört duvar arasını şenlendirmek” alışkanlığıdır. İnsanlar evlerde yanyana gelir bu memlekette. Belki de burada en iyi becerilen şey “yanyanalık”tır. Tamam, elbet gidilecek mekanlar, müdavimcilik de bulunur ama meşhur olanı iki bira kapıp eve gitmektir. Bir Ankara Polisiyesi, efsane 78. bölümüyle bunun hakkını vermiş, ceplerindeki herşeyi çıkarıp masaya koymanın, oturup öylece sakınmadan içini dökmenin, dertleşmenin erkek dilini önümüze koymuştu. Bölüm sonunda E. Beşikçioğlu’nun belki ekran için fazla ama bize onun sahneden geldiğini hatırlatan tiradını da final bölümünde, Akbaba’nın döküntü evinde, “final”i yapan sahneyi de es geçmemek lazım.



“İyiler İlk Bakışta Tanınmaz”:



Bu dizide insanlar birbirini öldürüyordu. Fakat hayat suç ve yasa arasındaki gergin ayrımı tanımayacak kadar karmaşıktı. “Suçlu”lar haklı, yargıçlar suçlu, polisler katil olabiliyordu. Onun için de Behzat, askerde gördüğü eziyet yüzünden ölen oğlunun katilini öldüren babanın karşısında, kızının ölümüne sebep olan “mahalle dedikoduları”na bulaşanlardan bazılarını öldüren baba “yanlış değil, eksik öldürdüm” dediğinde sessizce oturuyordu. Hayatta esas olan suç ve yasa değil adalet duygusuydu ve Behzat buna çoğunlukla sessizce selam ediyordu. Kadın cinayetlerinin artış oranının dahi dört basamaklı sayılara yükseldiği bir ülkede Suna, “onu öldürdüğün zaman eline geçecek?” sorusuna “adalet” diye cevap veriyor ve “kağıt üzerinde yazılan adalete inanıyor musun?” diye soruyordu Behzat’a. 



Kendini de öldürmeden önce “sadece 5 dakika daha yaşamak istedim, bütün öldürülen kadınlar gibi” dediğinde bunun için sarsılmıştık. Yargı sistemi, yasal düzenlemeleri her düzeyde ve her bakımdan mütemadi bir eleştirinin hedefi olan bir ülkede, bir dizide adli tıp doktoru seri katil olup, derdin ne sorusuna “adaleti sağlamak” dediğinde bunun için başına silah dayadığı kişinin yargıç olmasını yadırganmıyordu. Suç ve yasa, ceza ve adalet ancak bir soyutlama düzeyinde bu kadar kolayca birbirinden ayrılabilir. Oysa hayatta insanlar bazen, parkta kavga eden iki çocuğun itişmesinden başlayan sudan sebeplerle, bazen “yukarıdakiler” dışında kimsenin bilmediği nedenlerle birbirini öldürüyordu. Küfrediyor, parklarda sarhoş oluyor, koltuklarda sızıyordu. İnsanlar birbirine yalan söylüyor, sevgililer birbirini aldatıyor, arkadaşlar birbirini satıyordu. Anneler o kadar da şefkatli, babalar ise koruyucu değildi. Bir kabalığın, o “tanıdık hoyratlık”ın, içinden akıp giden hayatın içinde iyi ve kötü birbirine sarılmış, içiçe geçmiş haldeydi.



Behzat kızının ölümünün ardından ona içini dökerken, “babamın öldüğü gün aşık olmuştum, bazen öyle olur, herşey üst üste gelir” derken haklıydı. Herşey üstüste gelebilirdi, iyiyle kötü, adil olanla olmayan bir ve aynı yerdeydi. İyilik sadece kim olduğunla değil, kiminle olduğunda, ne zaman nerde olduğunla da ilgiliydi. Onun için Behzat aşık olduğu kadına “kötü bi adam mıyım ben?” diye sorduğunda “kötü adamların arasında kalmış, kötü adam olmuş birisin” diye cevap veriyordu. Kısası burada hiçbir şey izlemeye alışık olduklarımız gibi masalsı ve büyülü değildi. Erişilemez olanın sunduğu “katarsis” karşısında tanıdık olanın yarattığı “içgörü” vardı belki de. “Sahici bir sarsıntı sahte bir dengeden iyidir” diyen Behzat belki de bu “içgörü”den bahsediyordu.



“İnsan sevdiği adama şans verir”:



Ama elbette bütün bunları yapan insanlar birilerini seviyordu. Bazıları birlikte insanları öldürecek kadar güveniyordu birbirlerine ya da can acısını telsizlerden anons edecek kadar aşık oluyorlardı, dizinin her haliyle “inceliksiz” adamı Harun’un “seviyorum merkez” bağırışı da “sadece bir şans istedim” çaresizliğinin karşısında Behzat’tan gelen “insan sevdiği adama şans verir” tokadı da elbet unutulmazdı. Aşık olunca bambaşka biri olmuyorlar, tökezleyip, çuvallıyor; incelikler, alışkın olmamanın beceriksizliğine kurban gidiyordu. Fakat yine de sınırları zorlayan şey de olmayacak işler yaptıran da aşktı. Eğer öyle olmasaydı Behzat’ın yeşil koltuğu Esra’nın güzel evinde çok daha eğreti duracak, Hayalet’ın kapıldığı “tutuklu gazeteci”ye yazdığı mektup çok daha tuhaf kaçacaktı. Harun’un Eda için “present continuous tense” çalışması hatta eline Murat Uyurkulak’ın Tol’unu alıp, kitabın o meşhur ilk cümlesini okuması hepten komik olacaktı. Ama aşk öyle bişeydi.   



Behzat kızına “bir cinayet başka bir cinayeti hatırlatır her zaman” demişti. Belki aşk da öyledir: “koşan atlar, düşen atları hatırlatır, yağmur yağar, durur, tekrar başlar…” Hiç ol(a)madığımız gibileri, en ihtişamlı, kalabalık ve gürültülü olanları izlemenin yarattığı katarsis bir çeşit sarhoşluktur. Sarhoşluk iyidir ama çeşitlidir. Er geç ayılırsınız ve bazen sabah içtiğiniz o son kadehle hesaplaşırsınız. Tanıdıklık başkadır. Tanıdıklık o son kadehi içerken “bunu içersem sarhoş olurum” demekle başlar ve belki de Behzat’ta olduğu gibi “ama yine de içeceğim” demekle devam eder. Katarsis yerini içgörüye bırakır, uzaklık tanıdıklıkla yer değiştirir. Belki aşık olduğu kadını mutsuzluğa davet edenler sarhoş olmaktan korkmayan, o son kadehi içenlerdir, mutsuzluğu sarhoşluk gibi hayata ve aşka dair olanlar listesine alanlardır. Çünkü belki de aşk tıpkı mutsuzluk gibi basit ve gündelik olanla ilgilidir. Eğer öyleyse Turgut Uyar’ın  “Sana bir boyun atkısı gerek. Çünkü kış geldi” romantizmine ev olmaya layık ayazında, Gençlik Parkı’ndan, Süreya’nın mutsuzluğa davetine çakılan selam da yerini bulur. (İK/HK)






[1] Behzat Ç. ve Ankara üzerine bir çalışma olarak bkz. Tuncer, S., (2012), Behzat Ç., Kent, Kimlik ve Yerellik Ekseninde Bir Ankara Hikayesi, (hazırlayan) Cantek Şenol, F., Cumhuriyetin Ütopyası: Ankara, Ankara, Ankara Üniversitesi Yayınları, s. 605-631





[2] Ankara kapsamlı bir çalışma için bkz. Cantek Şenol, F., Cumhuriyetin Ütopyası: Ankara, Ankara, Ankara Üniversitesi Yayınları





[3] Sevinç, M., (2012), Behzat Ç. Ankaradır, (hazırlayan) Cantek Şenol, F., Cumhuriyetin Ütopyası: Ankara, Ankara, Ankara Üniversitesi Yayınları, s. 616-618





[4] Barış Bıçakçı, B., (2011), Bizim Büyük Çaresizliğimiz, İstanbul, İletişim Yayınları





[5] Bir televizyon anlatısı olarak Behzat Ç. hakkında bir tartışma için bkz. Yörük, E., (2012), Televizyonda Nitelik Sorunu Hakkında Bir Tartışma: Behzat Ç. Örneği, SBF Dergisi 67(3), s.219-263.



bianet.org




Sıradaki Haber İçin Sürükleyin