Başak Demirtaş: Selahattin bekler, gitmesem yorulurum

Mine Söğüt, Selahattin Demirtaş'ın eşi Başak Demirtaş ile birlikte Edirne Cezaevi'ne gidişini yazdı.

Google Haberlere Abone ol
Başak Demirtaş: Selahattin bekler, gitmesem yorulurum

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mine Söğüt, Edirne Cezaevi'nde tutuklu bulunan HDP'nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş'ın eşi Başak Demirtaş ile birlikte Edirne Cezaevi'ne gidişini yazdı. Diyabakır'dan Edirne'ye 1700 km'lik yolculuğu anlatan Söğüt, "Bu hikâye, bu günübirlik uzun yolculuğun hikâyesi. Aynı zamanda da sabrın, inadın ve inancın... Bir de aşkın siyasi değil son derece beşeri hikâyesi..." dedi.



Söğüt, Demirtaş'ın 20 ay, neredeyse 100 hafta, her çarşamba, gidiş dönüş 500 kilometre karayolu, 1100 mil uçuş mesafesi... yol katettiğini belirterek, şu sözlerini aktarıyor:  “Bu yol güzel... Hiç yorulmuyorum. Aksine güçleniyorum. Gitmesem yorulurum sanki”



Söğüt yazısının tamamı şöyle:



00.30 - Tanışma



Saat gece yarısını geçmiş. Diyarbakır’ın dar sokakların arasına sıkışmış o kadim mahallelerine hiç benzemeyen, etrafı geniş caddelerle çevrili yeni mahallelerinden birinde, çok katlı bir apartmanın en üst katında, bir dairenin geniş balkonundayız.



Dolunay var. Pırıl pırıl bir gece. Çay içiyoruz ve duvarda asılı kurutulmuş çiçeklere bakıyoruz. Onlar Selahattin Demirtaş’ın içeriden gönderdiği çiçekler. Baş aşağı duruyorlar ve tüm kuruluklarına rağmen renklerinin büyüsünü hâlâ koruyorlar.



Cezaevinden gönderdiği çiçekler, kurutulup duvara asılmışlar.



“20 ay” diyorum, “20 ay diyor.”



Susuyoruz. Aya bakıyoruz. Çaylardan birer yudum daha alıyoruz. Az önce tanışmışız. Onun her hafta düzenli olarak cezaevi ziyareti için yaptığı Edirne yolculuğuna eşlik etmek üzere buradayız. Bir gün önceden tanışmak için bir akşam çayına uğramışız.



“Evden çıkışınızı görüntülemek için sabah en erken kaçta gelebiliriz yanınıza” diye soruyorum.



“E kalın burada” diyor, “daha kolay olur.”



Az önce tanışmışız; yarın bu saatlerde upuzun bir yol yapmış, birbiriyle çok şey paylaşmış, bir haksızlığın tarifsiz öfkesine farklı coğrafyalardan ve açılardan ama aynı itirazlarla bakmış, muhtemelen farklı deneyimler yaşamış ama aynı zamanda da birçok açıdan birbirine yakınlaşmış iki arkadaşa dönüşeceğimizden henüz haberimiz yok.



Kibarlıktan “Nasıl olur” dememin birkaç dakika sonrası evde üç yatak açılıyor. Biri bana, biri fotoğrafları çekecek arkadaşım Vedat’a ve biri de video çekecek olan arkadaşım Berna’ya.



06.30 - Sabah kalkış



Bu valiz her hafta özenle yapılıyor. İçinde temiz çamaşırlar, giysiler, havlular. “Aslında kendisi de yıkar çamaşırlarını. Ama her hafta ona ait bir şeyleri eve getirmek ve ona evden bir şey götürmek beni mutlu ediyor” diyor.



Güneş çoktan doğmuş. Dışarıda hafif bir yağmur serinliği. Geceden temiz havluların ve t- shirtlerin yerleştirildiği valiz koridorda duruyor. Çocuklar içeride uyuyor. Başak banyoda saçlarına maşa yapıyor. Ve bana Selahattin Demirtaş’la nasıl tanıştıklarını anlatıyor; nasıl evlendiklerini, evliliklerinin ilk gününden beri birbirlerine nasıl düşkün olduklarını, 16 yılın birlikte nasıl geçtiğini, bugünlere nasıl gelindiğini... Bu arada saçlarının maşasını bitirmiş, makyaja geçmiş...



Saçlarına maşa yaparken ve yirmi aydır tutuklu olan Selahattin Demirtaş’ı yaklaşık 100’üncü kez cezaevinde ziyarete gitmeye hazırlanırken 16 yıllık kocasıyla ilk kez buluşacakmış gibi heyecanlı.



“Beni hep bakımlı görmesi önemli” diyor, “yoksa aklına takılır. İyi miyiz, bir sorun mu var...”



Peki, iyiler mi?



Evet, iyiler. Çünkü başlarına gelenin kişisel bir şey olmadığını biliyorlar. Yargının bağımsızlığını kaybetmesi, mahkemelerin işleyişinin rayından çıkması ve iktidarın niyeti yüzünden aylardır cezaevinde tutulan bir siyasetçinin Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koyduğu halde hâlâ tahliye edilmemesi sadece onların değil dünyanın aklının almayacağı bir iş.



“Kaçması mümkün değil, tutuklanmadan iki gün önce dönmüştü yurtdışından; delilleri karartması imkânsız, tüm deliller yaptığı konuşmalardan, yazdığı yazılardan... E o zaman, tutuklu olması hukuki değil, siyasi. Bunu herkes açıkça görüyor. Düşün, o kadar korkuyorlar ondan” derken gözlerinden çıkan ışık kendini tartışmasız haklı ve dolayısıyla da güçlü hissetmenin ışığı.



Bunları söylüyor ve son olarak dikkatlice rujunu sürüyor.



Artık yola çıkmaya hazırız.



"Bana soruyorlar, nasıl bu kadar güçlü olabiliyorsun, diye. İnsan güçlülüğünü haklılığından

alıyor. Mahkemelerde onun savunmalarını dinlerken o kadar mutlu oluyorum ki. Sadece biz değil herkes orada onun ne kadar olduğunu görüyor"



07.30 - Yola çıkış



Diyarbakır Havaalanı’na doğru gidiyoruz. Yanımızda Selahattin’in kız kardeşi Bahar da var. Biraz da o anlatıyor ağabeyini. “Biliyor musun, ütü yapmayı ben ondan öğrendim” diyor.



“E dün akşam da bizim kahveleri senin eşin Harun yapıp getirdi? Hani Güneydoğulu erkekler feodaldi(!)” diyorum, gülüşüyoruz.



Yok, bu ailenin tüm erkekleri eşitlikçi. Başak’ı ve Bahar’ı dinledikçe Selahattin Demirtaş’ın yaptığı konuşmalardaki dilin de neden eril olmadığını anlamaya başlıyorum. Bu coğrafyanın başının belası olan feodal eğilimleri kendi evine, hayatına sokmayan birinin, siyaseten de ait olduğu toplumun alışkanlıklarından ve beklentilerinden farklı ama yine de onlar üzerinde etkili yeni bir dili nasıl kurabildiğini anlamak kolaylaşıyor böylece.



Başak “Elinden her iş gelir onun” diyor, “yazısı güzeldir, resim yapar, şiir yazar, hikâyeler yazar, mizah duygusu yüksektir. Aslında sanatçıdır Selahattin, belki de bu yüzden farklı bir siyasetçi. Bir de iyidir o, çok iyi bir insandır.”



Başak sık sık tweet atarak sosyal medyayacezaevinden haberler veriyor. Bazen de onunla ilgili kendi duygularını paylaşıyor. “İnsanlar benim arada köprü olmamdan çok memnun” diyor,

“Buna ihtiyaçları var. Ona bir şekilde ulaşmak, ondan haber almak istiyorlar”.



08.20 - İstanbul'a uçuş



Uçaktayız. Ben, Başak ve Bahar yan yana oturuyoruz. Diyarbakır’dan havalanan uçağımız yaklaşık iki saat sonra İstanbul’a inecek. Başak yolda biraz uyumayı hayal ediyor. Görüş sırasında yorgun görünmemesi önemli. “Yolculuk uzun ama bu yol güzel yol” diyor. Arada gözlerini kapatıyor ama aklına bir şey geldikçe açıyor. Görüşlerin nasıl geçtiğini anlatıyor.



Yolculuk uzun. Başak uçakta dinlenmek için ara ara kulaklığını takıyor ve müzik dinleyerek kısa uykulara dalıyor. Bu yolculuğun müziği Farid Farjad’dan... Bazen de Selahattin’in de sevdiği türküler, şarkılar çalıyor ve o kısa uykularda hep gelecekteki güzel günlere dair huzurlu, mutlu, iyi rüyalar görüyor.



Dışarıda olan biten her şeyi, her hafta bir bir aktarıyor Selahattin’e. Ayda bir kez açık görüş hakları var. Ona ailece kalabalık gidiyorlar. Bazen kardeşler, bazen çocuklar, bazen anneler babalar... Üç kez de kapalı görüş hakları var. Demir parmaklıkların arkasındaki bir camekânın ardından yüz yüze bakışarak telefonda konuşabiliyorlar. Bazen karşılıklı sustukları da oluyor. Sadece bakışıyorlar. Bir saat. Hepsi bir saat sürüyor.



Tam “Hadi hesaplayalım” diyeceğim, “o tek bir saat için, her hafta bir gün içinde kaç saatyol gidiyorsun?” Hemen vazgeçiyorum. Başak’ın arada uçağın penceresinden dışarı bakışından ve gözlerini kapatıp kapatıp derin nefesler alışından hissediyorum, bazı şeyler hesap işi değil. O bir saat mesela bir saat değil. O yol da yol değil. Acı bile, bazen acı değil.



Hele uçakta yanımıza yaklaşan 60 yaşlarında bir yolcu kadın hafifçe Başak’a eğilip “Ziyarete, değil mi” diye usulca sorduğunda ve kibarca selamlarını yolladığında artık hiçbir şey zor değil.



Bavulda havlular, giysiler, çantada ona iletilsin diye avukatlara verilecek fotoğraflar ve avuç avuç selamlar....



Başak küçücük, minyon bir kadın; dev bir sorumluluğun ağırlığını hiç hissetmeden keyifle kucaklamış, Diyarbakır’dan Edirne’ye keyifle, umutla, kıvançla taşıyor.



11.00 - Edirne'ye yolculuk



İstanbul’a vardık. Artık arabadayız. Önümüzde 250 kilometrelik bir karayolu var. Eğer trafik ya da yol çalışması yoksa, normal şartlarda üç saatten fazla zamanda aşılabilecek bir mesafe. Bu giderken sorun değil ama akşam trafiğinde dönüş uçağını yakalamak için çok acele etmek zorundayız. Şanslıyız, arabanın geçiş önceliği var. Böylece zamanla yarışmak mümkün.



Başak bunları anlatırken birden konu tutuklu yakını olmanın zorluklarına odaklanıyor. Başak kendi sorunlarının başka tutuklu yakınlarının sorunlarıyla karşılaştırıldığında çok hafif kaldığını anlatıyor.



“İnsanları evlerinden bu kadar uzaktaki cezaevlerine koyarak bir de aileleri cezalandırıyorlar” diyor. Olanakları kısıtlı olan insanların görüşlere gelemeyişinden bahsediyor. Son parasıyla köyünden çıkıp binlerce kilometre öteden anca cezaevi kapısına kadar gelebilmiş ve çocuğunu ne zaman ve nasıl göreceğini bilmeden bir battaniyeye sarılıp cezaevi kapısında yatıp kalkmış bir annenin hikâyesini anlatıyor.



“İnsanlar otobüslerle, dolmuşlarla hatta çok yoksullarsa terminalden buraya yürüyerek geliyorlar. Aynı gün evlerine dönmeleri imkânsız. Otel paraları da olmuyor. Çoğu tutuklunun hiçbir yakını gelemiyor bu yüzden görüşe. Tutukladıkları insanları aylarca iddianame hazırlamadan, mahkemeye çıkartmadan içeride tuttukları yetmiyormuş gibi ailelerinden çok uzaktaki cezaevlerine göndererek ayrıca tecrit ediyorlar. O yüzden ben bu uzun yolculuktan yakınmaya hiç hak bulmuyorum kendimde” diyor. “Bu yolu yapabiliyorum ya o bile büyük bir şans.”



Yol uzun, konuşacak çok şey var. Çocukları anlatıyor Başak. Onları neden özel okula değil de devlet okuluna gönderdiklerini. Eğitimdeki fırsat eşitliğini nasıl önemsediklerini. Bu fikri savunurken kendi çocuklarına bambaşka bir dünya kurmayı akıllarına bile getirmediklerini anlatıyor. Zaten çocuklar da bu bilince ulaştıkları için hayatta gitmezlermiş özel okula. Kendisi de bir devlet okulunda öğretmen.



“Bu gün için özel bir izin mi alıyorsun okuldan” diyorum.



Hayır, hafta içi tek izin günü çarşamba. O hakkını cezaevi ziyaretleri için kullanıyor. Yarın öğlen yeniden okula gidecek ve derslere girecek.



Peki, yorulmuyor mu?



“Hiç yorulmuyorum. Aksine güçleniyorum. Gitmesem yorulurum sanki” diyor.



20 ay, neredeyse 100 hafta, her çarşamba, gidiş dönüş 500 kilometre karayolu, 1100 mil uçuş mesafesi...



Toplam kaç saat?



Çok saat... Az saat.



Zaman görece. İnsan niye unutuyor hep bunu?



‘Oylarımız hep ona, içi rahat etsin söyleyin’



Önce uçak sonra arabayla uzun bir yolculuk yapıyoruz. Edirne yolunda ihtiyaçlarımız için arada küçük molalar veriyoruz. Mola yerinde Başak’ı hemen tanıyorlar. Selahattin Demirtaş’a selamlar gönderiliyor. Bir garson heyecanla yanımıza geliyor. “Ben de Diyarbakırlıyım. Selo başkana benim hanımın ettiği duayı kimse etmemiştir” diyor “Oylarımız hep ona, içi rahat etsin söyleyin.”



13.30 - Cezaevine varış



Edirne’nin bereketli topraklarının arasından kıvrılarak giden dar bir asfalt yolun ucunda bir başına buz gibi bir bina.



F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu. Duvarlar. Duvarlar. Duvarlar. Kutu gibi iç içe geçmiş binalar. Dışarısı ne kadar güzelse içerisi o kadar çirkin.



Dışarısı ne kadar sıcaksa içerisi o kadar soğuk.



Az sonra isimleri kadar güzel iki kadın, Başak’la Bahar, o binanın içine girip bir saatliğine bambaşka bir dünyaya geçecekler.



Biz dışarıda kalacağız. Uzaktan bizi seyreden jandarmalara bakacağız. Az ilerdeki çöplüğe takılacak gözümüz. Etrafta dolanan sokak köpeklerinin başını okşayacağız. Gözlerimizi kapatıp rüzgârın sesini dinleyeceğiz. Doğanın güzelliğini düşüneceğiz. Ve içeriyi hayal edeceğiz. Bir yere kapatılmanın anlamını... Tutsak olmanın anlamını... Rehin alınmanın anlamını... Hukukun siyasete alet edilmesini... Siyasetin daha ne kadar vahşileşebileceğini... Bunları düşüneceğiz. Bazılarımız sigara içecek. Bazılarımız cebinde taşıdığı fındıklardan yiyecek. Birimiz kitap okur belki. Güneş yakar alınlarımızı. Rüzgâr yalar saçlarımızı. Zaman geçer. Bir saat ne ki... Çabucak geçer, gider.



16.00 - Cezaevinden çıkış



Zaman dışarıda çabuk geçiyor. İçeride?.. Bazen çabuk, bazen yavaş.



Başak’la Bahar gülüşerek girdikleri cezaevi kapısından yine gülüşerek çıkıyorlar. Bir saatin az mı çok mu olduğu umurlarında değil. Selahattin’i camın arkasında da olsa görmüşler. Hiç susmadan konuşmuşlar. Dışarıda olup biten her şeyi ama her şeyi ona anlatmışlar. Seçim çalışmalarının nasıl gittiğini, çocukların okullarını, anne babaları, kardeşleri, eşleri dostları... Çok gülmüşler bir de her zamanki gibi. Bir Selahattin güldürmüş onları, bir onlar Selahattin’i. Hep güzel şeyler konuşmuşlar. Umuttan bahsetmişler. Her şeyin çok yakında çok ama çok güzel olacağından.



Başak’ın gözleri içeri girerken zaten yeterince pırıl pırıldı, çıktığında sanki daha da ışıklı.



Yeniden arabadayız. Yorgun muyuz? Uyur muyuz?



Ne mümkün. Başak da Bahar da son derece hararetliler. Hatta sabahkinden daha da enerjik görünüyorlar. Bahar, kardeşler arası kurulmuş WhatsApp grubuna anlatıyor görüşmelerini. Başak ilk iş Selahattin’in annesini arıyor, “Anneciğim oğlun çok iyi” diyor, “sağlıklı, umutlu, ellerinden öpüyor”. Yine kırlar, yine otoban, yine trafik.



“Ben başımıza gelen bu şeyi çok dramatize etmiyorum. Çocuklara da öyle yansıtmıyorum. İnsanlar dünyada o kadar zor şeyler yaşıyorlar ki. Siyasi görüşleri ne olursa olsun benden çok daha zor koşullarda görüşlere gelenler hatta gelemeyenler var, onlarla empati kuruyorum. Bence Selahattin’in cezaevinde olması büyük haksızlık ama aslında çok güzel bir noktada şu an. Ben onun en iyi yerlere geleceğini en baştan seziyordum. Cumhurbaşkanlığı’na aday olacağını hiç düşünmemiştim. Ama çok iyi bir avukat olacağı, çok iyi bir insan hakları gönüllüsü olacağı, çok iyi bir insan olacağı daha en baştan belliydi.”



19.20 - İstanbul'dan Diyarbakır'a gidiş



Yeniden uçaktayız. Dönüş yolunun son etabında. Biz havadayken güneş batacak. Ve dünden kalan dolunay gökyüzünü aydınlatacak. yol boyunca Başak yine Selahattin’i anlatacak.



Akşam Fox TV’deki programa telefonla katılmasına izin verilmediği için sitemli. “Konuşmasından ne kadar da korkuyorlar” diyor. “Hapse attılar o da yetmedi” diyor. “Öyle de iyi bir hatip ki, korkacaklar tabii” diyor.



Uçak ülkeyi tam bir baştan bir başa çaprazlamasına geçerken ve gün batıp her yere karanlık çökerken biz doğacak güneş üzerine konuşuyoruz. Zaman üzerine konuşuyoruz. Gelecek üzerine konuşuyoruz.



Başak benim kaygılı hallerime üzülüyor ve sonunda isyan ediyor, “Bunları düşüneceğine şu umutlu zamanların tadını çıkarsana” diyor. Kaygıyla umut ne kadar birbirine uzak emin değilim. Ama gerçekçi düşünmekle umut birbirine çok yakın, ondan eminim. Biraz gerçekler üzerine konuşuyoruz, biraz hayaller. Ama en çok umuttan bahsetmek istiyor Başak. Onu ve çevresindeki herkesi ayakta tutan umuttan.



“Biz normal insanlar gibi yaşamayacaktık, o da baştan belliydi. Siyasetle hep yakından ilgiliydi. Muhalifti. Bu muhalifliğin bu ülkede onu böyle bir noktaya getireceği de tahmin edilebilirdi. Çünkü onun sorumluluğunu aldığı koca bir halk vardı ve o halkın sorunları hep bizim de sorunlarımızdı”



22.30 - eve dönüş



Akşam Edirne’den eve dönen Başak’ı kapıda küçük kızı Dılda karşılıyor. Uzun uzun sarılıyorlar.



Kapıyı küçük kızları Dılda açıyor. Büyük kızları Delal sınavlara hazırlanmak için arkadaşında. Dılda sıkıca sarılıyor annesine. Annesi kulağına güzel şeyler fısıldıyor. Babasının iyi olduğunu anlatıyor. Biraz daha fısıldaşıyorlar. Biraz daha kucaklaşıyorlar.



Sonra mutfağa geçiyoruz. Sabah kahve içtiğimiz fincanlara takılıyor gözüm. Sabah çıktığımız akşam girdiğimiz bu evden 16 saat içinde 1700 kilometre uzağa gidip geldiğimize inanamıyorum. Hayat insana zaman gibi mesafenin de görece olduğunu anlatıyor. Hayat insana çok şey anlatıyor...



Başak çay demlemiş, bana hâlâ sabırla umuttan ve çok yakında güzel günler göreceğimizden bahsediyor.



Çay içiyoruz.



Umuda ve güzel günlere... Her zaman ve hep birlikte.


Sıradaki Haber İçin Sürükleyin