Ömer Öztürk ve vapur yolcularının sorularını yanıtlayan Atilla Dorsay’ın programda yaptığı açıklamalardan bazıları şöyle:
‘‘Mahsun Kırmızıgül’ün yeni bir Yılmaz Güney olması beklenmemeli’’
Mahsun Kırmızıgül’ü çok seviyorum ilk iki filmine bayıldım, üçüncüsünü pek sevmedim. Fakat Özcan Deniz’i pek tutmuyorum. Aşk filmleri yapıyor, bana hitap etmiyor ama iyi bir oyuncu. Toplum onlardan yeni bir Yılmaz Güney olmalarını beklememeli. Şimdi kıyaslıyorlar Yılmaz Güney ile Mahsun Kırmızıgül’ü. Diyorlar ki: “Efendim Mahsun Kırmızıgül yeni Yılmaz Güney olmaya hevesleniyor.” Bence heveslenmiyor ve toplum da ondan yeni bir Yılmaz Güney olmasını beklememeli. Mahsun Kırmızıgül’ün hikayesi farklı. Özcan Deniz’in de öyle.
‘‘Her şeye rağmen Yeşilçam işin anası, babası, atasıdır’’
1980 sonrası Avrupa’dan etkilenen bir Türk sineması vardı artık. Türkiye’de sinema okulları o dönemlerde açılmıştı. Eskilerin hepsi alaylıydı, mekteplisi ise hemen hemen hiç yoktu. Yepyeni kuşakları ile yeni bir sinema oluşmaya başladı. Bugün halen 1980 sonrası sinemanın devamı var.
‘‘Türk sinemasının en parlak dönemi geride kaldı’’
1960-1974 arası Türk sineması açısından çok parlak bir dönemdi. Hiçbir toplumda sinema bu kadar büyük bir kitleyle ilişki kurmamıştı. Yılda yaklaşık 250 film çekiliyordu ve dünyanın en çok film yapan üç ülkesinden biri haline gelmiştik. Aslında bu durumun televizyonun ülkemize geç gelmesiyle de ilgisi vardı. TRT’de yayının başlamasıyla insanlar evlerine kapanmaya başladı ve bu Türk sineması için bir kırılma noktası oldu. Kaybolan sinemanın yerini o dönemler seks filmleri almıştı. Beş altı yıl bir duraklamadan sonra 1980 sonrası tekrar bir hareketlenme oldu ancak eski Yeşilçam değildi.
‘‘Endüstri olma şansını daha önce kaçırdık’’
Bugün Türk sinemasında yılda 70-80 film çekiliyor. İtalya, Almanya, Fransa gibi eskiden sinema ülkesi olan bu ülkelerin sinemaları çok yara aldı ve film sayıları da çok azaldı. Bununla birlikte Türk sinemasının endüstri olma şansı geçmiş yıllarda daha çok vardı. Kitle ile iletişimin çok güçlü olduğu o yıllarda endüstri olunamadı. O dönem kaçırıldı. Eskisi gibi yılda 200 film yapmak hayal. Bunun gereği de, imkanı da yok. Ancak buna mukabil başka fırsatlar var. Filmler çok daha ucuza mal oluyor. Dijital yöntem, kamerasını sırtlayan her gencin kendi filmini yapmasına olanak sağlıyor. Film yapmak için büyük paralar gerekmiyor ve artık Kültür Bakanlığı, Euro Image gibi fonların desteklerini almak mümkün.
‘‘Fetih 1453 ve Çanakkale 1915 filmleri bana çok şey öğretti’’
Milliyetçiyim ama aşırı milliyetçi değilim. “İlla Türk filmleri izlenmeli” diye bir şey söylemiyorum. Halk hangi film iyiyse ona gitsin isterim. “Fetih 1453” filminin 6 milyon sınırını geçmesi olağanüstü bir durum. Demek ki Türkiye’de milliyetçi bir uyanış var. Fetih olayını hepimiz bilmeliyiz. Bunu hiçbir şekilde eleştirmiyorum. Herkesin dilinde olan bu olayların da aslında içeriği çok bilinmiyor. “Çanakkale 1915” ve “1453” filmlerinden ben bile bir aydın olarak çok şey öğrendim.
‘‘Güldürmek zor iştir’’
Komedinin iyisi çok zordur. İnsanlar aynı şeye ağlayabilirler fakat aynı şeye gülmezler. Her insanın neredeyse farklı bir komedi anlayışı vardır. Dolayısıyla insanları gülmede buluşturmak çok zordur. Cem Yılmaz’ı, Yılmaz Erdoğan’ı, Yavuz Turgul-Şener Şen birlikteliğini hatta Recep İvedik filmlerini seviyorum. Hem gülüyoruz, hem gişeler doluyor; daha ne isteyelim…
‘‘Türk korku filmleri bana komik geliyor’’
Korku, aksiyon, bilim-kurgu doğamıza uymayan film türleridir. Ben bir Türk korku, fantastik sineması örneğine inanmıyorum. Yapılıyor fakat bana nedense komik geliyorlar.
‘‘Ateşin Düştüğü Yer, Oscar’ı kazanabilir’’
Avrupa ile birleşmek, Batılılaşmak idealimiz olsa bile toplumsal yapımız Batı’dan çok farklı. Türk toplumunun içinde müthiş çelişkiler var. Belki de dünyanın en çelişkili toplumlarından biriyiz. Doğu’da hala feodal ahlak, aşiret düzeni, namus cinayetleri var.
Bu gibi konularda çok Doğuluyuz hala. Buna karşılık Türkiye’nin Batılı kesimi Avrupalı gibi yaşıyor. Bazı yaşam normlarımız Avrupa’dan bile üstün. Türk filmleri bu çelişkileri verebilirse- ki verebiliyorlar o zaman Avrupa’nın ilgisini çekiyor. Onların çoktan unuttuğu namus cinayetleri, onur cinayetler, kadına karşı şiddet gibi
konuları işleyen çok güzel örnekler var. Örneğin, “Lal Gece”deki çocuk gelin hikayesi, İsmail Güneş’in “Ateşin Düştüğü Yer” filmindeki namus cinayeti bu durumları akıllıca hatta muhteşem şekilde işleyen filmler olmuştur. “Ateşin Düştüğü Yer” benim için bu senenin muhtemel Oscar adayıdır. Bu filmlerde oynayan çocuk oyuncuları çok başarılı bulduğumu ve hala unutamadığımı söyleyebilirim.
‘‘Nuri Bilge, Reha Erdem ve Yeşim Ustaoğlu benim ilk üçüm’’
Türk sinemasında Lütfü Akad bir öncüdür. 1949 yılında ilk filmi olan “Vurun Kahpeye” adlı filmi gayet güzel bir şekilde çekmiş. Metin Erksan hakkında oldukça yazı yazdım. En son Metin Erksan’ın “Kuyu” filmini gördüm Antalya’da ve ona bayıldım. Eski kuşak ve yeni kuşak arasında köprü kuran Yavuz Turgul ve Zeki Demirkubuz’u da beğeniyorum. Günümüz yönetmenlerinden ise Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem ve Yeşim Ustaoğlu’nu beğeniyorum. Tabi Atıf Yılmaz’ı her şeye rağmen eklemek lazım diye düşünüyorum.
‘‘Festivaller birbirine rakip olmamalı’’
Bence son yıllarda festivaller iyi birer sınav vermediler. Mutlaka gişe filmlerine ödül versinler demiyorum; ama usta yönetmenlerin filmi dururken yeni yönetmenlerin filmlerine ödül veriyorlar. Mesela Cannes Film Festivali böyle yapmıyor; öncelikle usta yönetmenleri çağırıyor festivale. Oysaki son zamanlarda festivallerde küçük filmler, genellikle de politik filmler ödül kazanıyor. Esas olan politika değil sinema sanatı olmalıdır. Festivaller birbirine rakip olmamalı ve jüri dikkatli seçilmeli.