8 Mart derbisini kim kazandı?
Hayatımın ilk maçına gideceksem bu bir derbi olmalı, o derbide de kesinlikle Galatasaray'la oynanmalı diyerek, başımda birinden tırtıkladığım sarı lacivert şapkayla Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın yolunu tuttum. Ama aşırı maskülen bir maça Dünya Kadınlar Günü'nde gittiğimi fark etmem, kendimi tam da toplu küfür zikrine kaptırmışken, küfrün karşı takım elemanlarının annelerine yönelik olduğunu anlamamla oldu. Erkeklerden farkım böyle ortaya çıktı; öfkeyi oyuncunun annesine değil bizzat kendisine yöneltmemle.
Açıkçası yola çıkarken Fenerliler olarak bir zafer beklentimiz yoktu. Kayseri maçıyla iyice gerilen sinirleri, "Ne de olsa bu bir kupa maçı, bari gidip destek verelim" şeklinde bir forma sokmuştuk. Ama Beşiktaş vapurunun yarısının sarı lacivert renkte olmasıyla ısınan taraftar ruhumuz, Kadıköy'e vardığımızda aramızdaki ortak dilin etkisiyle iyice havaya girmişti. Belki o yüzden Şükrü Saraçoğlu'na akın halinde dökülürken yanımdakilere "Hadi tezahürat edelim" diyeceğime ağzımdan "Hadi slogan atalım" lafı çıktı. Biz de hep beraber "Fenerbahçe bizimdir, bizimle özgürleşecek" gibi uyduruk bir sloganla konuyu kapattık.
Başlama vuruşuna kadar kendimizi şarkı-türkülerle iyice gaza getirmiştik. Şarkı sözlerini futbola uyarlama konusundaki becerimiz bence pek de yaratıcılık sınırlarını zorlamıyor. Ben de repertuara kendimce şöyle bir katkıda bulundum; "...Ne git dedim, ne de kal, Fener'e kelepçe vurulamaz!"
Neyse oyun başladı ve biz zıplamaya devam ettik. Çok heyecanlı bir maç olduğundan değil, -daha iyilerini de görmüştüm-, maçın atmosferinden. Gecenin en sevdiğim olayı, golün gelebileceği noktalarda, özellikle korner atışlarında kollarımızı, ellerimizi havada dalgalandırıp "Ooooo" çekmemiz oldu.
Sahada süper bir futbol oynandığını kimse iddia edemez. Hele biz kendi futbolcularımızın performansından hiç memnun kalmadık. Futbol değil de pozisyonlar vardı. Ne gönülleri şenlendiren rövaşatalar, ne uçan kafalar, ne de plaseler. Lig maçı olsa daha kıran kırana geçerdi mücadele herhalde. Hasan Şaş'ın topu her ayağına alışında eyvahlanmam boşuna değildi, adamın hırsla topa bir sarılıp koşuşu var ki... Ama her korner atışı için çizgiye ilerlediğinde yanıbaşında patlayan su şişesinin ardından "Banane, ben oynamıyorum" diye küsüşü vardı ki, bunu pek bir eğlencelik bulmam ayıplanmaz herhalde.
Yalnız Fenerli taraftarda bir Ümit Özat ve bir Deniz anti patisi hasıl olmuş ki, Daum'a yönelik öfkenin çoğunun burdan beslenmekte olduğunu tahmin ediyorum. Hele Ümit'in topu rakip takım elemanın ayağına yumuşak bir pasla emanet etmesi vardı ki, yediği küfrün haddi hesabı yoktu. Bu da herhalde en çok, maçı Fenerbahçeli kamuflajı altında bizimle sessizce izleyen Galatasaraylı arkadaşımızın işine yaradı; öfkesini dile getirme fırsatı buldu. Bu arada önümüzde ve arkamızda birer Galatasaraylının olduğunu tespit ettik, gol sırasındaki tepkilerinden yola çıkarak.
Satılmış hakem argümanının ortaya çıkışı herhalde futbol tarihi kadar eskidir. Fenerbahçe'ye son dönemde bol kepçeden yapılan "Hakemleri ya da kimi varsa satın alıyorsunuz" toplu lincinden sonra, Kayseri yenilgisinin ardından ben bile "N'oldu yahu, paramız mı yetmedi?" diye sormuştum. Tüm bu iddialardan sonra, satın aldığımız hakemlerin nedense bizim hakkımızı yerken bu kadar pervasız davranmaları da ayrı bir merak konusu... Biz zıpladığımız koltuklarda küçük çapta çukurlar bile oluşturduk, sinirden.
Her ne kadar bir zafer beklentimiz olmasa da, maçın kendi evimizde olması, dört bir yanımızın sarı lacivert olması bizi direkt "Bu maç bizim" havasına sokmuştu. 2-1 de iyi geldi hakikaten. Ne de olsa benim ilk maçım, ne de olsa maç sonunda eskimoya dönüşmüşüm, ne de olsa karşımızdaki ezeli rakibimiz ve ne de olsa zafer her zaman tatlı gelir...
Ha bir de keşke Galatasaray sahaya o bildik ciyak sarı kırmızı forma içinde çıksaydı, gözüm siyahi formalarını bayağı bir yadırgadı. Acaba dedim, arenada kırmızının yaratacağı etkiden çekinerek mi renk değiştirdiler?
Bir futbol macerasının sonuna gelirken anladım ki, kar, tipi, yağmur, çamur, hiçbiri bizi kutsal toprakları tavaf etme isteğinden alıkoymadıysa da, tüm bu olumsuz şartları göze alarak maça gitmemiz sadece futbolu çok sevmekle açıklanamaz. 90 dakikadan çok daha önce başlayan ve son düdükten çok daha sonrasına taşan tutkuyu insanlar, bir inanç gibi yaşıyorlar. Ne karın, ne yağmurun ne de çamurun farkına varmamak toplu zikrin bir devamı. Biraz adrenalin bağımlılığı, biraz kahkaha, biraz öfke, biraz yasaklı kelimelerin sahip olduğu meşru zemin, umut ve hırs, din/dil/ırk, sosyo-ekonomik ve hatta cinsiyet farklılıklarını aynı potada eriten biraz "ne olursan ol gel"cilik...
İki ezeli rakip takımı bu anlamlı günde izlemenin en iyi taraflarından biri de, iki cinsiyeti kimi zaman bir ezeli rekabet içinde yaşayan kadın ve erkeğin ortak bir paydada buluşabileceğini görmek oldu. Erkeklerin maça gitme nedenlerini anlamak hiç de zor değilmiş, televizyon başında saatlerce yorum yapmalarını veya gazeteyi okumaya spor sayfasından başlamalarını da öyle...
Neyse, uzun lafın kısası, "Brokeback Mountain"ın Oscar trenini kaçırmış olmasıyla bir parça mutlu olan kadınlar için 8 Mart kutlamaları olaysız geçti.
MERYEM FIRAT
firatmeryem@hotmail.com