YOLCULUK BİR YABANILLIKTIR

Neslihan Acu'dan pazar yazısı. "Buharı tüten bu yaz mevsimi kimsede hırlaşacak hal bırakmadı. Magazin gündemi çöle döndü. Umarım sonbahar bir an önce gelir de, normale döner(!), rutin dalaşma günlerimize kavuşuruz...."

Google Haberlere Abone ol
YOLCULUK BİR YABANILLIKTIR

             


Öyle sıcak, öyle yapış yapış sıcak ki, Bodrum Yalıkavak oldu bir adet Buharkavak...


Denizde, karada ve her yerde ter döküyoruz.


Aşırı nem yüzünden herkes kafayı az biraz sıyırtmış durumda.


Geçen gün Tilkicik Koyu’nda çorba kıvamındaki denizde sazan misali debelenirken, bir baktım, tankerin teki yokuşu Mevlana oyun havasını klaksonla icra ederek çıkıyor.


Denizde gülme krizine girmek hayırlı bir iş değilmiş, onu anladım. Bir sürü su yutuyor insan.


Her neyse...


Bir gün sonbaharın geleceğini ve hepimizin normale döneceğini umuyorum.


 


Tabii bu aşırı sıcak ve nemli havaların en kötü tarafı, hiç kimsenin birbiriyle dalaşmaya mecalinin kalmaması...


Magazin ve hır gündeminde tık yok günlerdir. Dolayısıyla yazacak bir şey de yok.


Kendimi kitaplara vurdum ben de, fırsat bu fırsat diyerek...


Ian McEwan’ın Yabancı Kucak ve Beton Bahçe’si, Gilbert Adair’in Şenlikli Bir Cinayet’i ve Grangé’nin Ölü Ruhlar Ormanı”nı hallettim.


Bugün okumaya niyetlendiğim son kitap ise Perec’in “Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?” Epey eğleneceğim sanırım.


Ian McEwan insanın midesine oturuyor. Simenon’un çok daha karanlık, daha bataklık hali.


Ne var ki, ben çok seviyorum bu tür bataklık arazi romanları.


Öte yandan, Şenlikli Bir Cinayet gibi fırlama romanları da seviyorum.


 


Yalıkavak, yarımadanın gürültü kirliliği olmayan ender yerlerinden biri. S-ortaç ya da D-akalın işkencelerine maruz kalmadan geçen günler.... İnsan daha ne ister ki?


Geceleri, Başar’da denizin hemen kıyısında kurulan rakı balık sofraları... Eski dostlar, bitmeyen muhabbetler. Yıllardır geliştirmeye doyamadığımız “proce”ler...


Geçen gece yine öyle bir oturmuşuz masaya... Karanlık denizden fışır fuşur dalga sesleri geliyor, yıldızlar tepemizde titreşiyor...


Şehrin betonlarından, gürültüsünden, koşturmacasından böyle uzaktayken, geride bırakılan her şey ne kadar anlamsız geliyor insana.


Aslında insana ne gerek ki, iki kahkahadan, birkaç dosttan, bir de (mümkünse) aşktan başka?


Ama şehir hayatları zehirliyor herkesi, hiçbir işimize yaramayacak zımbırtıların peşinde ömürler tükeniyor...


Kahkahasız, dostsuz ve aşksız...


 


Gruptaki arkadaşlardan biri, kışları bir felsefe grubunun toplantılarına katılıyormuş. Dersleri veren felsefeci bir gün şöyle bir laf etmiş: “Bu ülkede iç dünyası olmayan o kadar çok insan var ki!”


Nedense çok kurcaladı kafamı bu saptama.


İç dünyasız insanların ülkesi...


Bu da bir tür cinayet, öyle değil mi?


İç dünyaları kim(ler) öldürdü? Bu “kabuk insanlar” ülkesi nasıl yaratıldı?


Düşün dur bakalım...


Hangi zırvalıklar, eşyalar, şeyler uğruna feda edildi iç dünyalar?


 


McEwan Yabancı Kucak'ın başında, Cesare Pavese’den bir alıntı yapmış:


“Yolculuk bir yabanıllıktır. Sizi yabancılara güvenmeye, evinizde duyumsadığınız o alışılmış huzurdan uzaklaşmaya zorlar. Sürekli olarak başınız döner. Temel şeyler dışında- yani hava, uyku, düşler, deniz ve gök dışında hiçbir şey size ait değildir, her şey sonsuza ya da bizim “sonsuz” diye düşlediğimiz şeye yönelir.”


Ben de diyorum ki, belki de hayatın kendisi de bir “yabanıllık” olduğunda, ancak o zaman, yaşamın bir anlamı olabilir.


Deniz, gök ve düşler dışında hiçbir şeye sahip olmadığımız zaman. Hayatı bir yolculuk gibi yaşadığımız zaman.


 


NESLİHAN ACU


neslidost@gmail.com


 


 

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin