TUZLU SU MUHAFAZAKARIYMIŞIZ MEĞER, HABERİMİZ YOK!

Neslihan Acu'dan medyada referandum sonrası yapılan değerlendirmelere bir bakış. Oral Çalışlar'ın tuhaf tespiti. Mehveş Evin'in yazısı. AİHM'in Hrant Dink kararı.Yeni süreçte sivil toplumculuğun büyük önemi.

Google Haberlere Abone ol
TUZLU SU MUHAFAZAKARIYMIŞIZ MEĞER, HABERİMİZ YOK!

Referandum öncesi fanatikçe sürdürülen evet / hayır kampanyaları, referandum sonrası tuhaf değerlendirmelerle devam ediyor.


Oral Çalışlar bugünkü yazısında garip bir tespit yapmış.  “Kürtlerden, yoksullardan ve yoksulların dindarlığından hoşlanmadığı gibi, Anadolu’nun yükselen yeni muhafazakar burjuvazisinden de hoşlanmayan bir ‘elitist milliyetçilik’ sahil bölgelerini tam anlamıyla kaplamış durumda.”


 


Referandum haritasına baktığınızda gerçekten de tüm Ege ve Akdeniz’in “hayır” oyu verdiğini, ülkenin kalanının ise “evet” dediğini görüyorsunuz.


Bu haritaya bakarak, ülkenin kıyı şeridinin, “elitist milliyetçi” kalanının “özgürlükçü demokrat” olduğunu söylemek için kafaların hakikaten biraz iyi (!) olması gerekiyor.


Bazı gazetelerde de “tuzlu su muhafazakarlığı” olarak dalga geçiliyor bu durumla.



Mehveş Evin'in bugünkü yazısı bununla ilgili.


 


Referandumda hayır oyu veren her kesimden birçok insanla konuştum. Entelektüeller, azınlıklar, öğrenciler, öğretim üyeleri, emekliler, işçiler... Hayır diyenler özgürlük düşmanı falan değil. Hele hele sayın Çalışlar’ın buyurduğu gibi, yoksullardan ya da dindarlıktan hoşlanmayan insanlar değil bunlar.


“Yoksulluktan” ve iktidar partisinin sadaka politikalarından hoşlanmıyor olabilirler, evet. Ama yoksulluktan hoşlanmamakla, “yoksullar”dan hoşlanmamak arasında dağlar kadar fark var.


Uygar bir hayat tarzından yana olmak, muhafazakar baskılara maruz kalmayı istememek, din olgusunu herkesin kendi bildiği gibi yaşamasını talep etmek, ne zamandan beri gerilik sayılıyor?


 


Hayırcıların ortak dertleri, ülkede sivil bir diktatörlüğe doğru gidişattan korkmaları…


Ki, ortadaki durum gören gözlere çok şey anlatıyor aslında.


 


Dink olayından başlayalım.


Bugün Hrant Dink’in doğum günü. Bir dizi provakasyon, ihmalkarlık, düşmanlık ve faşizanlık sonucu katledilen Hrant Dink için ailesinin yaptığı başvuru sonuçlandı. AİHM Türkiye’yi suçlu buldu ve tazminata mahkum etti.


Dışişleri Bakanlığının yaptığı savunma ise bu olayda yüz kızartıcı ekstra bir belge olarak ortada duruyor.


Bu olayda bu denli ihmalkar / taraflı bulunan bir iktidar partisinin, daha fazla özgürlük ve demokrasi adına yapmayı vaat ettiği anayasa değişikliklerine koşa koşa evet diyen liberaller, Hrant’a sonuna dek sahip çıkan ve bu cinayeti lanetleyen aynı liberaller.


Ee, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?



 


Yeni anayasayla daha fazla özgürlük ve demokrasi vaat edenlerin icraatları hiçbir bakımdan güven vermiyor aslında.


Hapiste kaç gazeteci var bu ülkede? Hakkında dava açılmış kaç gazeteci var?


Sayılar çok düşündürücü.


İnternette kaç site yasaklı, sansürlü peki? Onlarca.


Bu nasıl bir özgürlük anlayışı?


 


Daha da ileriye gidelim. Referandumda verdikleri oylarla ülke kaderini belirleyen yığınların durumuna bir göz atalım. Büyük bir kuralsızlık, keşmekeş içinde yaşayan, duyarsız, küçük hesapçı, korkak, üçkağıtçı, tutucu, çakma ahlakçı kitlelerle işimiz iş!


Daha iki gün önce kırmızı ışıkta geçip tam 13 kişiyi öldüren minibüs şoförünün ülkesidir Türkiye. En ufak bir bilinçten, sorumluluktan yoksun eğitimsiz insanları, toplu taşımacılık adına kasap gibi ortalara salan ilgililerin, yetkililerin ülkesidir Türkiye.


Kadınları korumaktan anladıkları, onları örtüp bir yerlere tıkmak olan köhne erkek zihniyetlerinin zehirlediği ülkedir Türkiye.


Çalmaktan çırpmaktan, yalan söylemekten, masumların haklarına el uzatmaktan, iftiradan hiç utanmayan ama lafa ve görüntüye gelince çok çok “muhafazakar” ve çok ahlaklı (!) insanların yaşadığı yerdir bu ülke.


Böyle bir ortamda yapılmış olan referandumu doğru değerlendirmek ve öyle çok da büyük anlamlar yüklememek gerekir.


 


Öte yandan, referandumda hayır diyenlerin de çok vahim bir hataları ve saplantıları var: Zorlamayla ve yasaklamalarla uygar / laik/ Avrupalı bir yaşam tarzını, kitlelere benimsetmek mümkün değil. Bu gerçek artık kabullenmeli.


Çünkü iktidar partileri, kitleleri tutuculaştırmak, yoksullaştırmak, kalitesizleştirmek için ellerinden geleni ardına koymuyorlar bizimki gibi ülkelerde. Eğitim sisteminin feci hali, medyadan pompalanan ikiyüzlülük ve laçkalık, işsizlik ve örgütsüzlük yüzünden iş hayatındaki insanların birbirlerini her an paralamaya hazır çakallara dönüşmesi, dayanışma diye bir kavramın literatürden yok olması, çakma ahlakçıların ve din tüccarlarının icraatları…


Tüm bunlar tedavüldeyken, ülkeye gerçek bir özgürlük ve demokrasi ortamı gelmesi çok çok zor. Oysa görüyoruz ki bazıları, referandumdan “evet” çıktı diye, apansızın daha özgür, demokrat ve uygar olacağımızı savunuyor.


Ne bu, bir tür hokus pokus mu yani?


 


Bu noktadan itibaren sivil toplumculuğa çok iş düşüyor.


“Tutucu bir din toplumu oluyoruz, laiklik elden gidiyor” diye ağlaşan herkesin, sivil toplumculuk hareketinde yerini alması gerekir.


 İktidarlara kaldığında, onlar özgürlükleri tümüyle kendilerine yontacaklardır.


Sivil toplumculuk bu yeni dönemin en etkin kontrol mekanizması olmaya aday.


 


NESLİHAN ACU


neslidost@gmail.com


 


 


 

Sıradaki Haber İçin Sürükleyin