Türkan Şoray'ı daha çok sevmek için: Sinemam ve Ben

Ömer Özgüner, Türkan Şoray'ın otobiyografik kitabı Sinemam ve Ben'i Vatan Kitap için değerlendirdi. Vatan Kitap'ta ayrıca Selim İleri'nin Türkan Şoray'la yaptığı bir röportaj da yer aldı.

Google Haberlere Abone ol
Türkan Şoray'ı daha çok sevmek için: Sinemam ve Ben

ÖMER ÖZGÜNER / VATAN KİTAP



Elimde değil, “Vesikalı Yarim”de Sabiha’nın, hani pavyonda konsomatrislik yapıp, evli bir erkeğe gönlünü kaptırdığı, erkeğin de bütün pavyon kadınlarının ikinci bir ismi olduğuna olan inancı yüzünden “gerçek adın ne” sorusuna verdiği yanıtı unutamıyorum: “Takma isim olsa Sabiha mı olur?” Herkesin gönlünden yatan bir Türkan Şoray vardır, benimkinde de “Vesikalı Yarim” vardı.



Sonra Türkan Şoray’la bir televizyon projesi için çalışınca, oyuncu Türkan Şoray’dan gerçek Türkan Şoray’a duyulan derin sevgi... İşine, sinemaya olan aşkını gözlerimle gördüm. O günlerden belki çok daha önceden hayalini kurduğu kitabı şimdi elimde. Abartmadan söylemeliyim, bir solukta okudum bu kitabı. Gerçekten..

Bir solukta okudum; Eyüp’te babasının terk ettiği evinde, ömür boyu sevdiği annesiyle, o evin damından izlediği ışıklar içindeki kadının oynadığı “Acı Pirinç” filmiyle sinema aşkına tutuluşunu... Fatih Kız Lisesi’nde okurken, babaları hâlâ onları aramamışken, bir filmi merakla izleyenler arasında büyüleyici güzelliğinin fark edilişini, annesinin şüphe içinde bir filmde rol almasına razı oluşunu, bütün bunlar yüzünden çok sevdiği okulunu bırakışını...

İLK YÖNETMEN

Bir solukta okudum; iki yüz filmi aşan sinema kariyerinde ilk yönetmenin Türker İnanoğlu olduğunu. Metin Erksan, Ö. Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Osman Seden, Ülkü Erakalın, Nejat Soydan, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ, Bilge Olgaç, Zülfü Livaneli, Uğur Yücel, Ali Özgentürk ve adlarını muhtemelen atladığım, sinemanın bütün yapı taşı yönetmenleriyle çalıştığını... Çok sayıda senaristin imzasını taşıyan senaristler arasında Safa Önal’ın mühim bir yer tuttuğunu...

Bir solukta okudum; Türkan Şoray sinemasının aynı zamanda bir erkek starlar, jönler resmi geçidi olduğunu; Ayhan Işık, Kadir İnanır, Ediz Hun, Tarık Akan, Fikret Hakan, Cüneyt Arkın, İzzet Günay gibi isimlerle, melodramdan başlayıp star filmlerine, komediden toplumsal gerçekliğe kadar geniş bir yelpazeye birlikte imza atmalarını. Ve hepsi için bugün bile bir cümlelik polemik kelimesinin geçmediği, küçük işaretlerin altını kazıyan bir hassasiyet gösterişi... Mesela Fikret Hakan için şu dedikleri “Fikret Hakan bir gün bana ‘ne okuyorsun’ diye sordu. Kem küm ettim duygularımı ifade edemedim. Çok sevdiğim halde Fikret Hakan’la hep mesafeli oldum” ya da “Cemile”deki hayal kırıklığı için senaristini bir türlü ikna edemediğini şu cümlelerde anlatışını, “senaristle maalesef aynı noktada buluşmadık, mücadele etmekten sıkıldım ve gelen senaryoya razı oldum. Dizi çekildi ama düşündüğüm başarıya ulaşamadı.” Ne senaristin ismi, ne de fazla bir sitem...

Bir solukta okudum; bir efsaneye dönen Türkan Şoray kanunlarının gerçekten olduğunu, on sekiz maddelik kanunlardan en konuşulanın yani, filmde öpüşme ve açık sahne olmayacaktır, maddesinin altıncı sırada yer aldığını. Ama bu maddelerden önce, daha nasıl öpüşülür onu bile bilmeden Ayhan Işık’la öpüştüğünü... Kanunlardan çok yıllar sonra bu kez Atıf Yılmaz’ın “Ölü Bir Deniz”inde cüretkar bir Türkan Şoray olduğunu... Kimseyi kırmamak isteğinin daha çok sevilmek için değil, samimi duygularında gizli olduğunu... Koca kitapta en az yeri kendisinden 23 yaş büyük bir sığınak Rüçhan Adlı ve âşık olduğu Cihan Önal’ın kapladığını ama ikisine de “yaşadıklarımdan pişman değildim” selamı gönderdiğini. Annesini, kardeşleri Nazan ve Figen’i ve elbette uğruna Ankara’da sinemasız bir hayatı göze aldığı Yağmur’unu nasıl sevdiğini...

Bir solukta okudum: Atlardan düşüşünü, ölümlerden, felç tehlikelerinden geçtikten hemen sonra yine ilk aşkına sinemaya koşuşunu, setteki teknisyenden kameramana, ışıkçıdan görüntü yönetmenine olan sevgisinden, sinema emekçileri için SODER Başkanlığı’ndan kadın aktrislere olan dostluğunu... İçinde ukde kalan şarkıcılığı... Dünyada topladığı ödüllere ve bugün sinemamızın en güzel filmlerini önerip hayata geçirişini (Bodrum Hakimi, Yılanı Öldürseler, Mahpus), “elinin hamuruyla bu işe kalkışmasın” diyenlere inat başarıyla kotardığı yönetmenliği...

Ve okuyup bitirdim.

Bu kitap, “Türkan Şoray - Sinemam Ve Ben”, ne sadece bir biyografi, ne de sadece kuru kuruya bir filmografi. Sinema tarihinin genelliğiyle Türkan Şoray efsanesinin kişiselliği. Sinemaya meraklıysanız bir bölümünü, benim gibi Türkan Şoray’ı daha fazla, daha fazla tanımak için de özel yönlerinin altını çizebilirsiniz. Samimi üslubu ve yine görsel anlatımı seçen tasvirleriyle her şey gözünüzde canlanacak emin olun. Benim durumum farklı. Kitabı bitirdiğimde, önsözünde yazdığı gibi (o sözler aramızda) Asya, Mine, Sabiha, Gurbet veya Zehra’dan çok daha fazla sevdiğim birini buldum: Türkan Şoray’ı...



***



"Sadece müzikallerde oynasaydım dünyayı tanıma ihtiyacım olmazdı"



Selim İleri kırkıncı sanat yılını kutladığında, yakın dostu Türkan Şoray, bizi kırmamış VatanKitap için edebiyatımızın bu çok özel yazarıyla röportaj yapmıştı. Türk Sineması’nın Sultanı anılarını “Sinemam ve Ben” isimli bir kitapta toplayınca, biz de iade-i ziyarette bulunalım dedik... Türk edebiyatının zarif kalemi Selim İleri sordu, Türk Sineması’nın Sultanı yanıtladı: “İki kişiye yanarım; biri Yılmaz Güney diğeri Belgin Doruk!”



Türkan Şoray’ı “Azap” filmini yönettiği dönemde tanıdım. Hayli soğuk bir kış başlangıcı akşamıydı. Levent’teki evine gitmiştim. Sonra, senaryoydu, film öyküsü arayışıydı, şuydu buydu, arada bir, seyrek görüştük. Türkan Hanım için “Seni Kalbime Gömdüm”ü yazdığım günlerde bile çekingen iki tanıştık.



Öz dostluğumuz 1980’lerin sonundadır. Asıl Türkan Şoray’ı o tarihten sonra tanıdım diyebilirim. Bazen, sözgelimi bir kadeh akşam viskisinden sonra, anılarını anlattığı olurdu. Bir hatırlayış, bir çağrışım, herhangi bir görüntü, akşamın renkleri onu anılara alıp götürüyordu. “Bu anıları ne zaman yazacaksınız?” diye sorardım. Gülümsemekle yetinirdi. Özellikle annesinden yansıyan anıların bütün bir kitap, bütün bir film oluşturacağı kanısındaydım. Çok da ısrar etmiştim, “yazın” diye.



Nihayet “Sinemam ve Ben”in yazılması başladı. Kendi sanatında doruğa çıkmış bir sanatçının, başka bir sanat dalında ürkekleşmesi doğaldır. Ünlü, usta aktris Türkan Şoray da “yazar” Türkan Şoray’a çok ürkek dönüşüyordu. Sonra birden yol almaya koyuldu. İçtenliği, duyarlılığı, sezgisi kılavuzuydu. “Sinemam ve Ben” olağanca gönüldenliğiyle ortaya çıktı. Bu kez de “ Eyvah! Bir rakip geliyor!...” diyordum.



İşte şimdi, yine bir kış akşamı, sorular yöneltiyorum sevgili Türkan Hanım’a :



Türkan Hanım, size hep “yazın” dedim ama siz buna çok da kolay yanaşmadınız. Birçok sebepten olsa gerek. Ama şimdi anılarınızı yayımladınız, bu kitabı yazmaya karar verişiniz, o karar anını yaşatan neydi?

Aslında yıllardır düşünüyordum “Yazsam mı?” diye ama bir türlü nereden nasıl başlasam bilemiyor, hep erteliyordum. Sonra bir meslektaşım “Türkan artık kitabını yaz” diyerek beni yüreklendirdi. O zaman “yazabilirim” diye düşünmeye başladım. Böylece bu kadar yıla sığan birikimim, tecrübem netleşmeye başladı. Mesela son yıllarda üniversitelerde iletişim fakültelerinin davetlerini hemen kabul etmeye başlamıştım. Çünkü o gençlerin sinemacı olmak istemeleri, gözlerindeki enerji beni çok mutlu ediyordu. İşte arkadaşımın o sözleri sonrasında “Bu tecrübelerimi yazsam mı” diye düşündüm. Ama bir öğüt, bir nasihat olarak değil... Belki yaşadığım tecrübelerden yararlanabilirler diye düşündüm. Bu birinci sebebimdi. İkincisi; Türk Sineması uzun yıllar bazı kesimler tarafından çok küçümsendi. Buna çok üzülüyordum çünkü ben kendimi Türk Sineması’na ait görüyorum. Mesela sinemamız İtalyan ve Fransız sinemalarıyla mukayese ediliyor, “Onlar bunları çekerken, işte Yeni Gerçekçi akımı falan övüp, bizimkiler zengin kız-fakir oğlanla masal anlatıyor” diyorlardı. Ama bu çevreler çok ön yargılıydı, şunu gözden kaçırıyorlardı: Türk Sineması’nda masalsı filmlerin yanında gerçekçi filmler de yapılıyordu ve ne yazık ki bunlar göz ardı ediliyordu. Ayrıca unutulmamalı ki, bizde o zaman sinema okulu falan yoktu. O çok övdükleri ülkelerin sinema okulları vardı, yönetmenleri eğitimliydi. Bizse her şeyi kendimiz, deneme-yanılma yoluyla öğrendik. Bu yüzden bu gerçeklerin bu kitapla hafızalarda tazelenmesini istedim. Bizler bunları, bu yılları yazmalıyız. Ben bütün bu yılların tanığıyım. Birkaç kişiyiz bu yılların tanığı olarak ve bunu yazma hakkına sahibiz. Bir de Yeşilçam’ı eleştirirken şunu da göz önünde bulundurmalılar. Cumhuriyet döneminde devlet desteğini hep opera ve baleye verdi, sinemayı bir çağdaşlaşma ölçütü olarak görmedi. Sinema kendi kendini izleyicisiyle var etti. Yani Türk Sineması’nı “halk” var etti.



O FİLMLER SAMİMİYETLE YAPILDI

Yani Türk sinemasını asıl “cumhur var etti” diyorsunuz. Bu ilk kez ifade edilen bir tespit....


Ama öyle... Mesela Adana bölgesi “şu filmi ve bu oyuncuyu istiyor” denir, ona göre film çekilirdi. Bu yüzden Türk Sineması yapımcıyı taşeronlaştıran bir sinemadır. Hiçbir yapımcı kendi cebinden para harcamamıştır. Bölgelerdeki işletmecilerin talepleriyle filmler çekilirdi.



Buna rağmen neden filmler birbirine benziyordu?

Çünkü sansür vardı, farklı konularda film yapamıyorduk. Yapımcılar belli bir çerçevenin dışına çıkamıyordu, sonuçta yatırdığı parayı da geri almak istiyordu. Bir tek kamerayla film çekiliyordu, teknik açıdan da çok yetersizdik.



Yapımcıların sinemadan kazandığı parayı sinemaya yatırmadığı yönünde de eleştiriler vardır. Sizin bu konudaki yorumunuz ne?

Evet, bu nedenden dolayı sinema endüstrisi oluşmadı. Bir minibüsle bir film çekilirdi. O yönetmenler, oyuncular el yordamıyla, usta-çırak ilişkisiyle araştırarak, öğrenerek kendilerini yetiştirdi.



Yeşilçam sinemasının küçümsenmesi ne zaman canınızı acıtmaya başladı? O yıllarda mı, yoksa olayların dışına çıkınca mı?

İlk başlarda farkında değildim, daha sonra fark etmeye başladım. Mesela Türk Sineması’nı “Nayır nolamaz”ı kullanarak aşağılamaya başladılar. Buna hâlâ çok kızarım. Seslendirme yapan bir oyuncunun “Nayır nolamaz”ı yüzünden tüm Türk Sineması aşağılandı. Mesela Kartal Tibet sette “hayır” diyor, filmde “Nayır” duyuluyordu, çünkü Abdurrahman Palay öyle seslendiriyordu. Bizim suçumuz da vardı tabii, sesli çekim yapmalıydık. Bu bizim suçumuz, kabul ediyorum, ama şartlar öyleydi. Sürekli film çekiyorduk, senaryo ezberlemeye vakit bile yoktu.

Ama halk “nayır”, “nolamaz” ile aydınlar kadar alay etmedi...



Elbette, bizim izleyicimiz muazzam bir hoşgörüye sahip. Ben tüm Yeşilçam Sineması’nın arkasındayım. Samimiyetle yapıldı o filmler. Son zamanlarda bu filmler tekrar izlenmeye başladı. Bence bu incelemeye değer bir konu. Demek ki biz çok doğru işler yapmışız. Çünkü bu filmlerde arkadan kuyu kazma yok, derin aşklar, sadakat, dürüstlük var, toplumun değer yargıları ön planda tutuluyordu. Biz böyle sinema yaptık. Bugün bu filmlerin tekrar seyrediliyor olması da bence bu duyguların eksikliğinin hissedildiğini gösterir. Mesela “Biz aşkı ve dürüstlüğü Yeşilçam filmlerinden öğrendik” diyenlerin sayısı o kadar çok ki. Ama şunu da söylemeliyim, sinema bulunduğu çağı yansıtır. Demek ki o zaman insan ilişkileri daha sıcak ve bozulmamış haldeymiş. Bugün insanlar daha değişti. Zengin olma isteği, kariyer isteği, günü birlik aşklar arttı. Bazı değerler kaybolmaya başlayınca izleyici de Yeşilçam’daki dünyanın ne kadar güzel bir dünya olduğunun farkına vardı. Belki biz hep masal anlattık ama güzel masallar...



DUYGUSAL YÖNDEN BAKTIM

Kitabınızla da bellek tarihimizde bir geçmişi canlandırmayı tercih ettiniz...


Evet, çünkü bu benim görevim. Tamam sinema tarihi yazarları, eleştirmenler zaten yazıyor. Ama ben bu sinemanın tanıklarındanım. Ben Yeşilçam’a duygusal yönünden bakıyorum. Beni ne kadar nasıl etkiledi, neler düşünüyorum... Bir de izleyicimle buluşmak için yazdım. Benim izleyicim de benimle buluşmak istiyordu....



Kitaba baktığımızda anılar yoluyla bir gönül borcu ödeme tavrınız da var, herkese küçük bir teşekkür mesajı iletiyorsunuz...

Çünkü orası, 50 yıldır yaşadığım sinema dünyası, benim yuvam, nefes aldığım yer. Bana karşı bir hata işlemiş olanları bile çoktan affetmişimdir. Geçenlerde çok sevdiğim Ali Uğur’un kızı geldi sete öptüm sarıldım. Hepsi benim akrabam, yakınım. Ama yalnızca ben böyle değilim, Yeşilçam’ın içinde olan herkes bu şekilde hisseder, bir kan bağı... Hepsini ailemden bir parça olarak görüyorum.



Bazı kırgınlıklardan da söz ediyorsunuz, Fikret Hakan’la aranızdaki soğukluk gibi...

Hayır kesinlikle bir soğukluk olmadı, öyle anlaşılıyorsa çok üzülürüm. Çünkü ben Fikret Hakan’ı bir hoca gibi görmüşümdür. Çok sevmeme rağmen ondan biraz çekindiğimi söylemiştim, yanlış anlaşılmış.



Siz filmlerinizde adeta yaşıyorsunuz. Sizi seyrederken hiç rol yaptığınızı düşünmemişimdir...

Eyüp Sineması’nda bir yıl sonu müsameresi vardı. Açıkhava Tiyatrosu’nda oynayacaktık. İlkokulu bitirmek üzereydim, ne film seyretmişim, ne tiyatroya gitmişim... İçgüdüsel bir hisle oynamıştım rolümü. Demek ki bizler eğitim alarak sinemaya başlasaydık... Çok daha farklı yerlere gelirdik....

Ya da tam aksine yeteneğinizi olumsuz etkileyebilirdi...

Olabilir. Çünkü çok prova yaptığımda ilk provadaki duygumu kaybederim. “Bir şeye hazırlandım ve o yalanı oynuyorum” hissine kapılırım.



Benim size olan sonsuz hayranlığım “Acı Hayat” filmiyle başlamıştır. Orada oyunculuk yerine adeta yaşıyorsunuz... Sizin için oyunculuk nedir?

“Acı Hayat”taki manikürcü kız daha güzel bir dünya hayal ediyordu. 12-13 yaşıma kadar benim hayatım fena değildi, hatta 7 yaşıma kadarki dönem, hayatımın en güzel dönemiydi. Daha sonra baba yok, ev yok, annem iki kızıyla kalmış bir kadın... İncecik lacivert bir ceketim vardı, paltom da yoktu. Okulda herkes kabanını asardı ya, ben de o ceketimi. Zil çaldığında herkesin çıkmasını beklerdim, ceketimi giymek için. Yani yokluğun ne olduğunu hayatı tanımaya başladığım o dönemde yaşadım. O yüzden yönetmen, “Acı Hayat” rolündeki kızı nasıl oynamam gerektiğini anlattığında onu çok iyi anlamıştım çünkü aynısını bir yıl önce yaşamıştım. Sonra... Ne demek oyunculuk? Bizim yaptığımız sahte bir şey değil çünkü. ‘Oyunculuk’ lafı dahi beni rahatsız ediyor. Dramlara şahit olup, o dramları içinde hissedip onları başkalarına yansıtan kişi olarak görüyorum kendimi.



KENDİ EL YAZIMLA YAZDIM

Kitabınızda Yeşilçam’a teşekkürlerinizin yanı sıra pek çok kişiyi bağışladığınızı da görüyoruz. Oysa sizi çok eleştirenler oldu. Hiç mi kırıklığınız kalmadı?


Göndermeler yaptım, burada da yapacağım. Beni Türk Sineması var ettiyse, bugün bir Türkan Şoray varsa, seviliyorsa, saygı görüyorsa bu seyircim sayesindedir. Seyircim ben ölene kadar hayatımın en büyük değeridir. Ben seyircimin önünde saygıyla eğilirim. Bazı kişiler, özellikle biri, bunu söylediğim için “seyirci yalakalığı yaptığımı” söyledi. Hatta o yazar, bir yazısının başlığında “Türkan Şoray Türk halkını yıllarca afyonlamış ve seyirci yalakalığı yapmıştır” diye yazdı. Ben sevgi insanıyım, çok kolay affederim. Ama bazen haksızlığa karşı inanılmaz kinciliğim vardır. O kişiyi unutmayacağım.



Türkan Hanım, bu kitabı sizin değil, benim yazdığım yönünde dedikodular var. Ne yazık ki, bizim aydın çevremizin böyle ahmak bir özelliği vardır. Bu yüzden sormak istiyorum; bu kitabı siz mi yazdınız?

Ne kötü, ne acı bir hakaret. Bunu söyleyenlere çok kızdım, beni çok üzdüler. Bu kitabı sabahlara kadar oturup el yazımla yazdım. Bu tür sözler çok gücüme gider. Sahte bir şey olur bu, insanları kandırmak. Böyle bir şey yapsaydım, kendime saygımı yitirirdim, başkası benim gibi hisseder mi, sonra? Aksine bu kitabı bitirir bitirmez ilk size okuttum. Çünkü sizin gibi değerli bir yazarın fikrini almak istedim.



Ben de onur duydum. Bu iftiralar sanırım kaleminizin beklenmedik gücünden kaynaklandı. Açıkçası “bana rakibe geliyor” diye bu durumdan hoşlanmıyorum. Mesela kitapta o kadar ince bir yer var ki, bir sünnet sahnesi, okurken kıskandım. Yaşadıklarınızı bir yazar ustalığıyla kaleme dökmüşsünüz ve onlara insani bir boyut katmışsınız. Acaba insan Türkan Şoray olduğu vakit mi kibirden uzaklaşabiliyor?

Yıllar içinde değişiyoruz, insanlara bakış açımız değişiyor, hoşgörü kazanıyorsunuz.



Bu kitap, genel olarak insanların size olan sevgisine, hayranlığına bir teşekkür... Ama özel yaşamınıza dair şeyler de geri planda tuttulmuş. Bir gün özel yaşantınızı da yazmayı düşünüyor musunuz?

Buna şiddetle karşıyım. Çünkü insanın bir mahremiyeti vardır. Bu mahremiyetin gözler önüne serilmesine karşıyım. Neden her şeyimi ortaya dökeyim? Ben bazı şeyleri kendime saklamak isterim. Sinemayı anlatmayacak olsaydım bu kitap işine de girmezdim. Ne gerek var özel yaşantımı dışa vurmaya. Özel hayatıma dair bazı noktalar var bu kitapta, çünkü sinemanın özel hayatıma, özel hayatımın da sinemaya değdiği noktalar var. Yağmur’un doğumundan sonra, 2 yıl sinemadan Yağmur’a bakmak için uzaklaşmam gibi. Sinemayla olan ilişkimi etkileyen süreçleri yazdım, o kadar, daha fazlasını yazmam.  Bunu size ilk kez anlatacağım.



Kitapta da Belgin Doruk’la tanışamadan onun vefat etmesinden duyduğunuz üzüntüden bahsediyorsunuz. Bir dönem Belgin Doruk’la görüşme şansım olmuştu, o zamanlar sizinle bu kadar samimi değildik, o yüzden size anlatamamıştım. Biliyor musunuz, hep sizi sorardı; “Türkan gelir mi” diye. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Ahh, sahi mi? Yandığım iki kişi vardır, biri Yılmaz Güney, diğeri Belgin Doruk. Sürekli gideceğim diyordum. Çok isterdim gitmeyi... Olmadı.



Hiç maddi hırsım olmadı

Atıf Yılmaz 25 yıl önce birlikte yürürken, sanırım Taksim Meydanı’ndaydık, size “Giderek Azize (Meryem Ana) oluyorsunuz” demişti. Kitabınızın ilk sayfasında çocukluk fotoğrafınız var, belki de artık o Türkan Şoray’a dönüyorsunuz. Şu anki hoşgörüye bu duruma nasıl ulaştınız?


Kendimi hiçbir zaman çok şöhretli ve ayrıcalıklı biri olarak görmedim. Hayatta hiç maddi bir hırsım olmadı. Tek hırsım daha çok filmde, daha iyi filmlerde oynamak oldu. Benim beynimi, ruhumu, hayata bakışımı değiştiren olgunlaştıran şey mesleğim... Bu sayede de insanları tanıdım. Onların dünyalarına girip onları canlandırdım. İnsanları tanıyınca, hayata da o insanlar gibi bakmaya başlıyorsunuz ve kendinizi ayrıcalıklı görmüyorsunuz. Belki sırf müzikallerde oynayan bir oyuncu olsaydım dünyayı tanıma ihtiyacım olmazdı. Ben gerçek hayatın içinde bir insanım. Bu da farkında olmadan bilinçaltımda bir olgunluşma yaratmış olabilir. Çünkü her şeyin bir sonu var; zenginliğin de mutluluğun da umutsuzluğun da... Bunu fark edince o 9 yaşındaki çocuğa dönüştüm. İnsanları olduğu gibi kabul ettim.


Sıradaki Haber İçin Sürükleyin