ERTUĞRUL ÖZKÖK / HÜRRİYET
İsteyen suçlu, verilen masum
AYDIN Doğan’ın büyük ve affedilmez suçu neymiş?Hilton Oteli için
"Çevredeki binalara ne izin veriyorsanız bana da onu verin" demek
olmuş.
Ne büyük suç ama değil mi...
Düşünün izin için belediyeye başvuruyorsunuz.
Bir işadamı böyle bir işi için nereye başvuracaktı?
Türkiye’de ikinci bir devlet mi var, oraya mı?
Belediye istediğine vermiş, istemediğine vermemiş.
Canı sağ olsun.
Zaten bu yönetimden adil bir davranış bekleyen yoktu.
* * *
Ama benim anlamadığım Türkiye’de bu hükümetle başlayan yeni hesap sorma biçimi.
Başbakan, izin vermediği kişiden, "Neden başvurdun" diye hesap soruyor.
Herkesin gözünün önünde yaptığı Yüce Divanlık kıyaklarla verdiği hakları, oluşturduğu medyayı nedense hiç ağzına almıyor.
Bakın Sabah’ın durumuna.
Dünyanın hangi demokrasisinde böyle bir şey mümkün olabilir?
İhaleye girmek isteyen işadamları caydırılıyor.
Başında bir yakının bulunduğu şirketin ihaleye tek başına girmesi sağlanıyor.
Sonra Başbakan bizzat devreye girip, fiyatı düşürtmeye çalışıyor.
Neyse ki olmuyor.
Fakat hiçbir özel banka, ihaleyi alan yakın akrabaya bu krediyi vermeye yanaşmıyor.
Başbakan bunun üzerine tekrar devreye giriyor ve iki kamu bankasına "talimat vererek" gerekli meblağı buluşturuyor.
Bu kişi kim?
Daha önce rafineri sözü verilen kişi. Şirketinin başında bayağı yakın bir akraba var.
Türk siyasi tarihinin yakın geçmişine bakarsanız, bunların her biri Yüce Divanlık işler.
Bunların onda biriyle Yüce Divan’da yargılanan başbakanlar, bakanlar gördük.
Başbakan’ın çabaları bununla da bitmiyor.
Şimdi bu "ahlaki" operasyonun son aşamasına geliniyor.
Kamu bankalarından alınan kredi de akrabayı kesmiyor.
Sabah Grubu’nu bedavaya mal etmek varken niye bir de para verilsin.
Başbakan yine devreye giriyor.
Hamili kartın küçük bir bankası var.
Bu bankanın mevduat toplama izni yok.
Dolayısıyla öyle fazla para etmiyor.
Oysa mevduat toplama izni olsa satılıp, belki de oradan gelen parayla Sabah’ın borcu ödenecek.
Öyleyse çözüm basit.
Akrabanın bankası Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’na (BDDK) başvurup "mevduat toplama izni" istiyor.
Bu izin çıkarsa, o zaman bankanın değeri çok artacak ve onun satılmasıyla Sabah’ın parası ödenecek.
* * *
Güzel plan değil mi?
Sabah Grubu böylece bedavaya getirilmiş olacak.
BDDK bugünlerde bu başvuruyu inceliyor.
"Yok artık bu kadar da olmaz" diyorsunuz değil mi?
Olur, olur.
Bakın bankanın genel müdürü daha izin çıkmadan, gazete gazete dolaşıp, mevduat toplamaya başlayacaklarını ilan ediyor.
Belli ki Başbakan’dan "tüyo"yu almış, birileri ona güvenceyi vermiş.
Diyeceksiniz ki BDDK "özerk bir kurum". Başbakan’ın ne etkisi olabilir?
RTÜK de özerk bir kurum değil miydi?
SPK da güya değil mi?
Bakın dün Dengir Bey iftirayı atıyor, ardından SPK açıklama yapıyor.
Aynı özerk SPK nedense, Sabah’ın kazıklanmış yatırımcısının sırtından anlaşma yapılmasına ses çıkarmıyor.
Başbakan’ın, bir şirketin káğıtlarına yönelik saldırısına karşı, "yatırımcının hakkını" korumak için küçük parmağını oynatamıyor.
* * *
Ne muhteşem özerklik değil mi...
Giderek bütün dünyanın gözüne batmaya başlayan şey işte budur.
Keyfi yönetim.
Akraba-u taallukat idaresi.
Saddamlaşma...
Bendensen alırsın, değilsen nah alırsın zihniyeti.
Bu telaş, bu hiddet, bu celallenme, hem Türkiye’de hem dünyada giderek yükselen bu mırıltılardan kaynaklanıyor.
Yolsuzluklar ortaya çıktıkça telaş artıyor, o da tek parti diktası heveslerini artırıyor.
Başbakan’dan hafta sonunda, sadece izin vermediği dosyaları değil, verdiklerini de açıklamasını hassaten bekliyoruz.
Verdiklerinin başında hangi yakınlarının bulunduğunu da... www.hurriyet.com.tr
*************
ERGUN BABAHAN / SABAH
Mesleğin notu da kırık
"Bütün renkler kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler"
demişti şair Özdemir Asaf.
Mesleğimiz de o hale geldi.
Başbakan Erdoğan, Deniz Feneri iddianamesinin ortaya çıkmasının
ardından yanlış bir çıkış yaptı.
Yanlıştı çünkü bildiği şeyleri bugüne kadar açıklamamıştı.
Hep bir şekilde ihsas ettirmişti ama açıklamamıştı.
Eğer uzun süredir süren bir baskı, medya gücünü kullanarak şantaj
var idiyse önceden açıklamalıydı.
Bu açıdan Hasan Cemal'in altını çizdiği gibi Erdoğan'ın notu
kırık.
Ama notu sadece Başbakana, siyasetçiye mi vereceğiz.
O zaman mesleğin gereğini yerine getirmiş mi sayılacağız?
Medya patronu unvanını taşıyan insanların, bu unvanla
başbakanların, bakanların karşısına çıkıp rafineri izni, otel
alanına inşaat izni meselesini konuşmasını eleştirmezsek,
mesleğimizi tam yapmış olabilecek miyiz?
Bu sorulması ve cevaplanması gereken bir sorudur.
SABAH'ın bankası olmadığı, sadece gazetecilikle ayakta kaldığı
dönemde Dinç Bilgin'in en büyük sıkıntısı diğer gazete
patronlarıyla birlikte başbakan ziyaretiydi.
Bu ziyaretlerde mesleğin sıkıntılarından başka her şeyin
konuşulmasından yakınırdı Bilgin.
Peki, o zamandan bu yana neler değişti?
Mesleğin bu kadar yozlaşmasında kimlerin sorumluluğu var, bunun
hesabını sormayacak mıyız?
Medya gücünü kullanarak rekabette haksız bir güç elde edip tekel
haline gelenleri sorgulamak gerekmiyor mu, dersiniz?
Medya sahiplerine not vermeden bugün bulunduğumuz ortamı gerçekçi
biçimde değerlendirmek mümkün mü acaba?
Biz açıkçası bu konuda rahatız.
Umur Talu, Nazlı Ilıcak, Hıncal Uluç hem iktidarın tutumunu, hem de
medyanın içinde bulunduğu koşulları gayet sert biçimde eleştiren
yazılar yazıyorlar.
Kendileri de her fırsatta altını çiziyorlar, kimse satırlarına
dokunmuyor.
Çünkü burası çok sesli bir orkestra.
Sadece bugün gündeme gelen siyaset-ticaret meselesinde değil...
Gerektiğinde SABAH'ı, patronajını, habercilik anlayışını bu
gazetenin sayfalarında inandıkları gibi eleştiriyorlar.
Peki Doğan medyasında böyle bir şey görüyor musunuz?
Tek bir merkezden yönetilen bir koro.
Çok sesli müzik yaptığını iddia eden tek sesli bir orkestra
gibi.
Bir tek köşe yazarı çıkıp "Bizim patron da Hilton işinde yanlış
yaptı" demez mi, diyemez mi?
Bu ülkede "tetikçi yazar" kavramını kim yarattı, sonra onlar dönüp
eski patronlarına nasıl küfür ettiler sorgulamaz mı?
Sadece grubun çıkarlarına taş koyan başbakanı eleştirme özgürlüğüne
özgürlük denir mi?
SABAH'ın her haberini sorgulayanlar, Dengir Mir Fırat'ın dile
getirdiği iddialara bir cevap verirler herhalde.
Baykal'ın Bülent Ersoy'la olan davası neden gündeme geldi de,
arsasıyla ilgili iddialar görmezden gelindi, diye kendi kendilerine
sorarlar belki.
"Basın özgürlüğü arazi için imar planı talep etme özgürlüğü müdür?
Çalışanın hakkını değil de patronun zenginliğini artırmak için mi
vardır" diye sormak gerekmez mi sizce?
www.sabah.com.tr