Ezgi BAŞARAN / HÜRRİYET
İngiltere’nin en önemli ödüllerinden Booker’ı kazanmış, zeki, komik ve kırılgan bir dili var. Orhan Pamuk’u bir yazar olarak beğenip beğenmediği sorusunu ise şöyle yanıtlıyor: “Hem de çok. Zaten aksi benim için mümkün olmazdı. Yazılarını ve tavrını sevmediğin birini nasıl seversin?”
ŞU anda göçebe hayatı yaşıyorsunuz. Hangi şehirlere
bölünmüş durumdasınız?
- New York, İstanbul ve yılda 5-6 kez de Hindistan’a gidiyorum,
büyük ağabeyim orada yaşıyor.
Orhan Pamuk’la nasıl tanıştınız?
- Bunu anlatmak istemiyorum çünkü Orhan özel hayatı konusunda son
derece titiz. Birşey söylersem seni de beni de mahveder! Sonra
senle birbirimizi suçlamaya başlarız, en iyisi bu konuya hiç
girmeyelim!
Tahmin ediyorum. Peki bir yazar olarak beğeniyor musunuz, onu
söyleyin.
- Hem de çok. Zaten aksi benim için mümkün olmazdı. Yazılarını ve
tavrını sevmediğin birini nasıl seversin?
Gördüğüm en çalışkan yazar
Yazım süreçleriniz biraz farklı galiba. O çok disiplinli,
siz?
- Biz bu konuda iki zıt kutubuz. Orhan, hayatımda gördüğüm en
çalışkan ve gerçek yazar, bu onun mesleği. Yazıyla arasında obsesif
bir ilişki var. Her gün masasına oturuyor ve mutlaka yazıyor, el
yazısıyla. Karakterlerin atacağı adımları önceden planlıyor,
mekanları masasına oturmadan kafasında yaratıyor. Bu bakımdan
anneme benzetiyorum. Bense bilgisayarın başına geçiyorum ve yazmaya
başlıyorum, genellikle bir sonraki adımı hiç bilmeden. Orhan benim
yazma stilime anlam veremiyor çünkü daima kendime bulmacalar ve
labirentler yaratıyorum sonra da işin içinden çıkmam yıllarımı
alıyor.
Yediğiniz bazen ‘duruşunuzdur’
Onunla ilişkiniz hayatınızı ne kadar değiştirdi?
- Evde yazan birinin olması, onunla aynı evi paylaşmak büyük şans.
Yazarlar genelde çok melankolik olur ama ben şu anda çok ama çok
mutluyum.
En çok mutfakta yazmayı seviyormuşsunuz?
- Evet çünkü yazı demek yalnızlık demek. Mutfak ise sıcak, aile
kavramını anımsatan bir ortam. O yalnızlığı mutfakta
dengeleyebiliyorum. Bir de bütün Hintliler gibi yemeğe tutkuyla
bağlıyım. Bu konuda Türklerden daha beteriz. Bizler uyandığımız
andan itibaren ne yiyeceğini kendisiyle ve çevresiyle müzakere eden
insanlarız. Ne yediğiniz bazen siyasi duruşunuzu anlatır mesela. O
yüzden romanlarımda da yemek önemli bir karakterdir. Eskiden daha
çok yemek yapardım şimdi hayatım bölündüğü için yapamıyorum.
Orhan Pamuk’la birbirinizin yazılarına eleştiri getiriyor
musunuz yoksa bu bir tabu mu?
- Yoo, konuşuyoruz. Ama ben Türkçe bilmediğim için ne yazdığını çok
sonra okuyabiliyorum. Ama İngilizcesi olan diğer bütün kitapları
hakkında fikirlerimi bütün açıklığıyla söyledim. Buna cesaretim
var!
Büyük yazarlığın nahoş sonuçları
İstanbul’a geldiğinizde Pamuk’un polis korumalarını
yadırgadınız mı?
- Zaten durumun farkındaydım. Fakat bilmek başka bire bir yüz yüze
gelmek başka tabii. Salman Rüştü de benim çok yakın dostum,
dolayısıyla benzer bir hayata yakından tanıklık ettim yıllardır.
Büyük yazarların belli sorumlulukları oluyor ve çoğunlukla
romanları sadece kurgusal metinler olarak algılanmıyor, diplomatik
elçiler olarak görülüyor. Bunun da bazen nahoş sonuçları var.
Örneğin benim bu kitabımda anlattığım Kalimpong bölgesi’ndekiler,
orayı iyi resmetmediğim için çok kızdılar ve kitaplarımı yaktılar.
Şimdi ben de oraya gitmek istesem eminim çok zorlanırım.
New York gazetelerinin dedikodu sütunlarına çıkmak, Goa
plajında yürürken fotoğraflarınızın Türkiye’de sürmanşet olması
rahatsız ediyor mu?
- Elbette, böyle şeylere alışık değiliz. Bu kadar kamuoyu önünde
olmak bir yazarı herkesi olduğundan daha çok etkiliyor. Kötü yönde.
Yazmak için mahremine ihtiyacın oluyor.
Sömürge ülkeden gelince geçmişinden utanıyorsun
KİTABINIZDA aşk da yeniliyor, bütün ideallerle birlikte
ilişkiler de... Biraz karamsar mısınız?
- Zor meselelerle uğraşan hüzünlü bir kitap. Yazarken kendimde daha
önce olduğunu bilmediğim bir öfkeyi açığa çıkardım.
Neye öfke?
- Kendime şu soruları sordum: Hindistan’daki yoksullukla ABD’deki
yoksulluk arasında ne benzerlikler var? Sömürge olmuş bir ülkeden
gelince geçmişinden utanır mısın? Evet utanıyorsun ve evet ABD’deki
yoksulluk ve sınıf farkları Hindistan’dakine benziyor. Bu durum
benim hayata bakışımı da etkiledi. Bu yüzden dediğiniz gibi, bazı
karakterler iflah olmuyor ve mutlaka yeniliyor. Tabii her parça
toprağında sorun yaşanan, kavga edilen, sefaletin hüküm sürdüğü bir
ülkenin insanıyım. Ne bekliyorsunuz ki?
Kitabın ana ekseninde göç var. 1950’lerde genç bir çocuk olarak
İngiltere’ye göç eden ana karakter Yargıç, kısa süre sonra Hintli
oluşundan nefret etmeye başlıyor. Çok ciddi bir kimlik bunalımı
resmetmişsiniz?
- Eğer çevrenizde çok fazla Hintli yoksa, yani bir komünite
desteğinden mahrumsanız kimliğinizi saklamaya başlarsınız. Bizim
Yargıç karakteri ayrıca bir sınıf atlama savaşı veriyor.
Hindistan’ın fukara bir köyünden kalkıyor ve kendisini Cambridge
Üniversitesi’nde buluyor. Biliyor musunuz, benim büyükbabamın
hikayesi de Yargıç’ınkine benziyor. O biraz daha onurunu ve
kimliğini korumuştu ama Yargıç gibi yüzüne, kollarına bol bol beyaz
pudra sürerdi.
Hintli olduğu anlaşılmasın diye?
- Evet, beyaz görünmek için. O da Yargıç gibi nasıl koktuğuna
kafayı takmıştı, çünkü İngiltere’de o zamanlar sokaktan geçenler
Hintli birini gördüğünde “Ooo burası köri koktu” diye bağırırdı.
Bunlarla başetmek için güçlü bir karakter gerekiyor.
Siz de 14 yaşında okumak için İngiltere’ye gittiniz. Gerçi anneniz
saygı gören bir yazardı ama bu tür tecrübeler yaşadınız mı?
- İngiltere’de Hintli olmak hiç birşeye benzemez, bunu anlatmam
zor. Çok daha karmaşık bir dünyayla karşılaştım, sömürgeleşmiş bir
ülkenin insanı olduğumu Hindistan’daki korunaklı hayatımda fark
etmemiştim. İngiltere bunu hemen hissettirdi. Dışlandığım zamanlar
olmuştu okulda. Bir de arkanda sefaletle yaşayan bir ülke
bıraktığın zaman kendini korkak gibi hissediyorsun ve bu suçluluk
duygusu peşini bırakmıyor. En azından benim yaşadığım buydu.
Kürt sorunu hakkında ben yorum yapmasam...
Kitapta haklarını arayan ve 80’lerde GNFL adlı bir örgüt
kuran Hindistan Nepallileri de anlatılıyor. Kürt sorunuyla
benzerlikler görüyor musunuz?
- Hindistan’ın neredeyse her köşesinde benzer ayrılıkçı gruplar
vardır. Kürt sorununu derinlemesine anlamama imkân yok çünkü
İngiliz ve Amerikan gazetelerinden okuyorum. Kimbilir belki yabancı
basına yansıdığından çok daha farklı katmanları vardır. Ben bu
konuda yorum yapmasam...
Annemin sessizliğiyle babam hiç baş edemedi
Yazar anne kızı olmak zor mu?
- İki ağabeyim, bir ablam var. Annem dördümüze de çok tatlı
davranırdı ama hepimiz bilirdik ki onun başka bir evrende bambaşka
bir dünyası var. Sabahları masasına oturur, yazmaya koyulurdu. Ev
işlerini hiç aksatmadı ama kafası hep dağınıktı. Evimiz genelde
sessizdi, sessizliği çok sever, yalnızlığı da. Biz çocuklar da
sürekli kitap okurduk.
Ödüller ve jüriler
çok zalim olabilir
Ama babanız neşeli ve aktif biriymiş galiba son günlerine
kadar?
- Aynen öyle, yerinde duramazdı. Zaten ben 12 yaşındayken
boşandılar. Çünkü o sessizlik babamın baş edebileceği birşey
değildi. Ağabeylerim ve ablalarım evden ayrıldıktan sonra annemle
başbaşa kaldık. Hindistan’ı terk edip önce İngiltere’ye sonra
ABD’ye göç ettik. İkimiz için de farklı bir hayat başladı.
Annenizin yazdığı karakterleri sizden vakit çaldıkları için
kıskandınız mı?
- Kıskanmadım ama annemi çok özlediğimi biliyorum. Bir insanın
yanında otururken aslında orada olmaması nedir küçük yaşta
öğrendim. Onu yan odada çalışırken bile çok özledim hep. Fakat
annemin yarattığı o yazma ortamı ben edebiyat fakültesini bitirip
yazar olmaya karar verdiğimde çok işime yaradı.
Anita Desai’nin kızı olmak bir yazar olarak omuzlarınıza fazladan
yük yükledi mi?
- Yüklemeliydi ama öyle olmadı. Annem beni çok destekledi ve
neredeyse hiç eleştirmedi. Kendi yazı dilimin ve sesimin oluşması
için de bir çaba sarfetmeme gerek olmadı, herşey doğal olarak
gelişti. Tek ortak noktamız ikimizin de romanlarında mutlaka
münzevi bir karakter oluyor. Bunun sebebi herhalde annemin bir
münzevi gibi yaşamayı seçmesi, Alman bir kadın olan anneannemin de
benzer biri olması. Hatta teyzem de öyle... Bu kitaptaki Yargıç
gibi Himalayalar’da yaşıyor.
“Kaybın Türküsü” 2006’da Booker Ödülü’nü aldığında muzaffer
mi hissettiniz, yoksa annenize karşı bir mahçubiyet var mıydı?
Çünkü o birçok kez bu ödüle aday gösterilmesine rağmen hiç
alamamıştı?
- Ödüller ve jüriler çok zalim olabiliyorlar. Annem elbette benim
için çok sevindi ama hep onun haksızlığa uğradığını düşündüm.
Dürüst olmam gerekirse, biraz acı çektim o sırada.
Kiran Desai, ünlü yazar Anita Desai’nin kızı. Kitabı “The Inheritance of Loss”, dört yıl sonra “Kaybın Türküsü” adıyla Can Yayınları’ndan piyasaya çıkıyor. Çok kültürlülük, göç, aşk, globalizasyon ve aile ilişkileri üzerine müthiş bir roman.