ERDAL ŞAFAK / SABAH
SABAH'tan mektup
Kartvizitimizde yer almayan ama çok önemsediğimiz ve onur
duyduğumuz bir görevimiz veya "Titr"imiz daha var: "Abdi İpekçi
Yılın Gazetecilik Ödülü Jürisi" üyesiyiz.
Abdi İpekçi, Türk Basını'nda ekol yaratmış anıt gazeteciydi. Bu
ekol 1950'lerden 1980'lere kadar Bab-ı Ali'yi derinden etkiledi.
İpekçi Ekolü'nün yükseldiği sütunları, "Bağımsızlık",
"Objektiflik", "Demokratlık", "Atatürk milliyetçiliği",
"Dürüstlük", "Şeffaflık", "Çağdaşlık" ve "Teknolojiye açıklık" diye
sayabiliriz.
Dikkatinizi çekeriz; basının basın olduğu, henüz medyalaşmadığı,
hatta "Medya" kavramının bile üretilmemiş olduğu dönemden söz
ediyoruz.
Gazetelerin sahiplerinin gazeteciler olduğu, gazete sahiplerinin
yalnızca gazetecilik yaptığı, gazetenin geliri dışında
kazançlarının olmadığı bir dönemdi o.
Bu "Kendi kendine yeterlilik" tabii bazı sıkıntılara yol açıyordu:
gazetecilerin daha mütevazi yaşam düzeyine razı olmaları,
gazetelerin iktidarın "Resmi ilan" tehdidi, hatta şantajıyla
karşılaşmaları gibi. Ama getirisi de az-buz değildi: Özgürlük,
dimdik durmak, dimdik yürümek (Hem de Bab-ı Ali yokuşunu
inip-çıkarken!), bağımsızlığın sözcüklere sığmayan mutluluğunu
yaşamak, kamuoyunun en güvendiği kurumlar arasında yer almak...
Haberleşmeden iletişime, basından medyaya geçişle birlikte bu
dönemin sona ermesi kaçınılmazdı. Artık gazete sahipliği tek başına
bir şey ifade etmiyordu. Mutlaka birçok gazete birden çıkarmak
gerekiyordu. Bu gazetelere haftalık-onbeş günlük-aylık-üç aylık bir
dizi dergi eklenmeliydi. Onların üstüne en az birkaç radyo
konulmalıydı. Ve nihayet güçlü, dünyanın her yerine sesini
duyurabilen TV kanallarıyla, zirveye bayrak dikilmeliydi.
Yani zaman artık gazetelerin değil, medya gruplarının çağıydı.
Böyle devasa gruplar "Gazeteci patronlar"ın sınırlı imkânlarıyla
yaratılamayacağı veya yaşatılamayacağı için, sektörün kapıları
sanayicilere-işadamlarına-yatırımcılara ardına kadar açıldı.
Gazetelerini babadan, dededen devralmış gazeteci patronlar da
sahneden çekildi. Kimi sessiz sedasız, kimi büyük
gürültülerle...
İçimize ayna tutmak
1 Şubat 1979'da karanlık güçlerin zavallı bir tetikçisi tarafından
şehit edilen Abdi İpekçi, basından medyaya geçişle birlikte yaşanan
başdöndürücü değişimi göremedi. O nedenle adını taşıyan ekol
bozulmamış, bozulmayacak bir anıt olarak kaldı.
İpekçi'nin gazeteciliğini ve adını taşıyan ekolün Türk Basını'na
etkilerini incelemek isteyenler için üç kaynak bulunuyor: Abdi
Bey'in bıraktığı kitaplar, onunla çalışmış ve hızla azalan tanıklar
(Neylersiniz; Cahit Sıtkı Tarancı'nın dediği gibi, "Git gide
artıyor yalnızlığımız...") ve nihayet onun her Pazartesi
yayınladığı, hâlâ güncelliğini koruyan ünlü "Milliyet'ten
Mektup"u.
İpekçi 20 Mayıs 1957'de yayınlamaya başladığı ve ölümüne kadar hiç
aksatmadan sürdürdüğü bu haftalık mektuplarında ilkelerini
açıkladı, okurları ve kamuoyu için Milliyet'in içine ayna tuttu,
önemli siyasalekonomiksosyal olaylar, gelişmeler ve tartışmalarda
duruşunu anlattı. Kısacası o mektuplar İpekçi Milliyet'inin okurla
bütünleşmesinde hayat bağı işlevi gördü. Milliyet bağımsızlığını,
çizgisini büyük ölçüde o mektuplarla örülen hayat bağı sayesinde
koruyabildi.
Günümüzde de böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Çünkü
2000'lerin medya gruplarını, 1960-70'lerin basın kuruluşlarından
çok daha yıkıcı, ölümcül tehlikeler bekliyor:
* Dördüncü erk rolüyle yetinmeyip, gücün önce parçası, sonra da
kaynağı haline gelme sarhoşluğuna kapılmak. İktidardan pay istemek.
İktidarı denetlemek yerine korkutarak, sindirerek onun üstüne
çıkmak.
* İktidarlar tarafından iktidarların bir parçası haline
getirilmek.
İlkinin önüne katıp götüreceği nokta Citizen Kane'leşmektir,
Gargantua'laşmaktır. İkincisinin sonucu ise Pravda'laşmaktır.
Biz şeffaflığın, okurla sürekli ve derin iletişimin bu virüslere
karşı en etkin panzehir olduğuna inanıyoruz. Ve her haftanın ilk
günü bu köşeye, girişinde "Kendini bil!" uyarısı yazılı olan Delphe
Tapınağı'nın işlevini yüklemeyi planlıyoruz.
Tapınaktan içeri ilk adımımızı atalım. Bakalım bizi nasıl bir
kehanet bekliyor...